29 Aralık 2009 Salı

Yılbaşı Geceleri


Çocukluğumda yılbaşı gecelerimiz çok hareketli geçerdi. Yılbaşı öncesinde mutlaka çam ağacımızı süslerdik. O zamanlar devasa olduğunu düşündüğüm ağaç, muhtemelen ancak benim belime geliyordur. Hani çocukken çukurlar çok derin, yokuşlar çok eğimli, oda çok büyük gelir ya, onun gibi... Bir de kar konseptini yansıtsın diye kardeşimle ağacın üzerine pamuk serpiştirirdik.

O yıllarda ülkemizde şimdiki gibi çam süsleri çeşitliliği yoktu, 3-5 tane dandik yuvarlağı ağaca asardık ve tabi ki rengarenk ışıkları da akşamları yakardık.

Yılbaşı gecelerinde tüm aile bizde toplanır, günler öncesinden hazırlanmaya başlanan nefis yiyecekleri yiyerek geceye başlardık. Ardından TV'de dansöz gösterisi gibi bir takım programlar izlenir ve mutlaka maytap patlatılırdı. Muhtemelen büyükler rakı içerdi, çocuklarsa salonda koşar dururdu. Çok güzel geçerdi yılbaşı akşamları.

Ergenlik çağına girdiğimiz yıllarda ise babamın vefatı sonrasında, annem bir daha evde yılbaşı kutlaması yapmadı ve yılbaşlarımız sönük geçmeye başladı. Yılbaşının gelişi benim için bir sevinç kaynağı olmaktan çıktı, sıradan bir güne dönüştü.

Kendi başıma program yapabilecek duruma geldikten sonra kimi zaman arkadaşlarımla yılbaşı partisi yaptık, Taksim'e gittik, otel partilerine katıldık, ancak hiçbir zaman çocukluğumdaki gibi eğlenemedim ve yılbaşını kutlamayı sevmedim.

Hala da sevmiyorum: şaşaalı partiler, otellerde yalandan 1-2 sanatçının çıktığı ezişmeli geceler, korkunç bir kalabalığın içinde bir barda eğlenmeye çalışmak gibi kavramlar çok itici geliyor artık bana.

Yılbaşı geceleri tek sevdiğim şey, arkadaşlarım veya ailemle bir ev ortamında bulunmak ve neredeyse sıradan bir gece yaşamak yönünde.

Eskiden içimde batıl bir inanç vardı, yılbaşı gecesi nasıl geçerse onu takip eden sene de öyle geçer diye düşünürdüm. Artık bu inanç da kayboldu. Yılbaşı baskısı ortadan kalktı.

Bu yıl gelen teklifleri reddettik, eşimle evde oturacağız, güzel yiyecekler yiyip film izleyeceğiz, belki biraz müzik dinleriz, ohhh ne mutlu, ne güzel.

25 Aralık 2009 Cuma

Kıskanmak


Şunu merak etmişimdir: İnsan sevgisinden emin olmadığı kişiyi mi kıskanır?
Birinin sizi gerçekten çok sevdiğine inanıyorsanız, bundan hiç şüpheniz yoksa, o zaman o kişiyi kıskanmaz mısınız? Ya da en azından ortada ciddi bir olay yoksa kıskanmaz mısınız?

Aslında seven kişi kıskanılmaya değmeyen kişi midir?

Kalbimizin bir köşesinde hep bir şüphe varsa, bazen kayboluyor, sonra yeniden ortaya çıkıyorsa, o zaman mı kıskanırız?

Kıskançlık tamamen mantığa aykırı bir durum mudur?

Yoksa azı karar çoğu zarar mıdır?

Bu soruların birden fazla cevabı vardır,ama bildiğim tek doğru: kıskansan da kıskanmasan da,o kişi eğer gideceği varsa gider, kalacağı varsa da kalır. Yani dertlenmek sonucu değiştirmez.

O zaman, kıskanmayalım, kıskandırmayalım...

23 Aralık 2009 Çarşamba

Barça




Barcelona gezimden geriye kalan hislerimi tek bir cümle ile özetlemem gerekirse “rahatın ve huzurun renklerle harmanlanmış şehri” derim.
Belki de İspanya’nın en canlı şehridir Barcelona. Çok görkemli bir açık hava müzesinde gezdiğimi hissetmedim şehri dolaşırken. Hissettiğim şey her türlü sevinci içinde barındıran bir şehirde gezdiğimdi. Şehrin en ünlü caddesi Las Ramblas’nın üzerinde bulunan kapalı pazarda satılan meyvelerin, kuruyemişlerin, etlerin, balıkların, sebzelerin renkleri gözlerimi büyüledi. Pazarın içinde bulunan ve İspanyolların “tapas” adını verdikleri bir barda, yüksek taburelere oturup tezgaha dayanmış olarak kırmızı şarabımı içerken çevremdeki insanları inceledim. Hepsi yüksek sesle konuşuyor ve öğleden sonranın erken saatleri olmasına rağmen ya bir bira, ya da bir şarap içiyorlardı.
El Born mahallesi Barcelona’nın en eski yerleşiminin olduğu semt. Picasso müzesi de burada bulunuyor. Günün hangi saati olursa olsun barlar dolu. Bir yandan şarap veya sangria içip bir yandan da kalamar, midye, küçük değişik balık kızartmalarını atıştırırken aslında hayatın çok basit olduğunu düşündüm. Küçük bir bardasınız, tepenizde bir süre sonra kesilip pastırma olarak satılacak olan domuz bacakları sarkıyor, bütün masalar dolu, insanlar hem bir şeyler yiyor, hem de sohbet ediyorlar, sanırım mutluluk böyle bir şey olsa gerek.

Burada hayat sanki çok rahat, Barri Gotic’in dar sokaklarında dolaşıp, karşınıza çıkan güzel meydanda katedrale karşı, adım başı bulunan kafelerin birinde mola vermek ve sonra yürüyüşe devam etmekten ibaret sanki hayat.

Barcelona çok renkli bir şehir demiştim. Renklerin biri de denize açılıyor. Bu kadar sevinçli bir şehirde deniz olmasaydı sanırım bir yanı eksik kalacaktı. Limanda nispeten modern yapılar, daha yeni restoranlar, uzun yürüyüş yolları bulunuyor. Herkes bisikletin üzerinde, daha da güzeli şehirden denize giriliyor. Plajlardaki kum altın sarısı, deniz temiz görünüyor.

Barcelona’ya Gaudi damgasını basmış, şeker gibi evler inşa etmiş, yumuşacık, eriyecekmiş gibi büyük caddede yaşıyor bu evler, tabi önünde sırada bekleyen turistlerle birlikte.

Tibidabo tepesindeydim bir gün, hayatımda yediğim en güzel yeşil zeytini orada yedim sanıyorum, yanında patates cipsi ile Barcelona’ya ve denize yukardan bakarken.


Barcelona’da gördüğüm İspanyollar çok sıcak insanlar, şehrin enerjisi adeta insanların yüzüne yansıyor. Neredeyse hiçbiri İngilizce bilmiyor, buna rağmen yol tarifi veya başka bir şey sormaya çalıştığınızda sanki İspanyolca biliyormuşuz gibi uzun uzun anlatıp anladığımızı teyit edene kadar da devam ediyorlar. Anlamasam da anlamış gibi yapmaktan başka çare kalmıyor.Büyük şehirde yaşıyor bu insanlar ama hiç telaşları yok. Bizler İstanbul’u bir yandan çok severken bir yandan da çok yoruluyoruz, burada ise insanlar hiç yorulmuyor gibi. Sanki sürekli tatildeler.

İspanya’nın özellikle genç nesil modası konusunda bu kadar ilerde olduğunu bilmezdim, gençlere hitap eden bir çok moda markanın kökeni burada. Mağazaların içi hep dolu, kasalarda Türkiye’de indirim olduğu zamanlardaki gibi uzun sıralar, yollardaki gençlerin ellerinde ise Mango, Zara, Berscka torbaları var.

Barcelona, güzel günlerin şehriymiş. Tapasların, kürdan saplanmış dilim baget üzerindeki mezelerin, lezzetli içeceklerin, hem dar, hem geniş sokakların, denizin, limanın, plajların, barların, tarihin, sıcaklığın şehri. Güzel bir geziydi, ağzımda geriye hoş tadlar bırakan...

Bu yazıyı 2008 Ekim ayında yazmıştım, şimdi yayınlamak istedim.

21 Aralık 2009 Pazartesi

İşe Gitmek İstememek


Bir çok kişiye göre şanslı olduğumu düşünüyorum, çünkü işimi ve iş ortamımı seviyorum.

Farklı şirketlerde geçirdiğim 6,5 sene boyunca neredeyse hiç pazartesi sendromu yaşamadım.

Hatırlıyorum, okul dönemi derslerden korkuma, sık sık pazartesi sendromu yaşardım. Özellikle ertesi gün sevmediğim bir ders veya yapamadığım bir ödev varsa, daha da artardı bu his.

İş hayatına başladıktan sonra bir şekilde zaman çok hızlı geçmeye başladı. Hatta çok da hızlı geçti, şimdi bakınca nasıl 6,5 sene olmuş ben bile inanamıyorum, ne fena di mi.

Ama son günlerde bir şey oldu, artık işe gidesim yok. Biliyorum ki işsiz çok fazla insan var, nankörlük etmek istemiyorum ama gerçekten hamileliğin 6.ayından itibaren bence kadınlar çalışmamalı.

Bir kere son günlerde işteki stres oranı yüksek, işlere takıp stres olmak istemiyorum, bebeğe yansıyacağını düşünüp üzülüyorum. Ama bazen de engelleyemiyorum.

Ayrıca fiziksel olarak da yoruluyorum, özellikle akşamüstü 4:00 sonrası çekilmez oluyor.

Biraz bebek konusuna konsantre olmak istiyorum ama günler yoğun geçince akşamları da halim kalmıyor, kafamı boşaltacak konularla uğraşmak istiyorum.

Diğer yandan iş yaşamımın en önemli projesini yapıyorum, çok büyük çaplı bir iş olduğu için hem şanslıyım, hem de şanssız. Yine de neyse ki mesaiye kalmam gerekmiyor şimdilik, bununla avunuyorum. Sürekli izin almayı veya rapor almayı hayal ediyorum ama yoğunluk nedeniyle bir türlü yapamıyorum.

Rapor alan hamilelere içten içe düşman oluyorum, yalan söylediklerini düşünmek istiyorum :)

Anlayacağınız zor durumdayım, yarın çok uzun bir gün olacak, bir bitse çok mutlu olacağım

Dahası yarın doğumgünüm ve 30 yaşıma basacağım :)

Neyse yine de elimizdeki için mutlu olalım, olumlu olalım, sakinleşeyim diye bir bitki çayı içeyim.

20 Aralık 2009 Pazar

İstanbul'un Akvaryumu


Pazar günü sabahtan ailecek arabaya doluştuk ve ne zamandır merak ettiğimiz İstanbul'un ilk Akvaryumunu ziyarete gittik.

Özgür ile garip bir şekilde gittiğimiz her ülkede bir akvaryum ziyareti yapar olduk. Her ne kadar çok çok hastası olmasam da, Özgür istediği için nerden baksanız 3-4 şehrin akvaryumunu gördüm. Bunlardan en güzel Chicago'daki Shed Acquarium'du.

Forum İstanbul AVM'nin içinde bulunan akvaryumumuzun adı: Turkuvazoo

Çok büyük değil ama çok çok güzel yapılmış, gayet kaliteli. Özellikle içinde köpekbalıklarının ve envai çelit balığın yüzdüğü "tünel" Barcelona'daki akvaryum kadar güzel.

Çocuklar için dalgıç gösterileri, balık besleme seansları gibi ufak çaplı şovlar düzenlenmiş, izlemesi keyifli oluyor.

Görmenizi tavsiye ederim, büyükler için de çok eğlenceli

19 Aralık 2009 Cumartesi

Benim Güzel Iphone'um!!


Telefonlarla oldum olası hiç ilgilenmedim. Arkadaşlarım arasında en demode telefonu olan ben oldum hep :) Mesleğime hiç uyumlu bir tutum olmasa da teknoloji de ne yazık ki çok ilgimi çekmedi.

Ama son zamanlarda bir Iphone sevdasıdır aldı gitti beni, hastası oldum çevremde göre göre...

Gittim baktım, gittim baktım, pahalı gözüktü gözümde. Son 3 yıldır aynı telefonu kullanan bir insan olarak yeni bir telefonu hakettiğime inandım sonunda.

En sonunda bugün Özgür ile gittik, bana doğumgünü hediyesi şerefine bir Iphone alıverdik :)
Hatta bir de kılıf aldım en güzelinden.

Kaç saattir onunla uğraşıyorum, pek bir sevdim Iphone'umu, ne çok uygulama var yükleyebileceğim, adeta dipsiz kuyu

Yaşasın Iphone'um, seni pek bir sevdim ....

14 Aralık 2009 Pazartesi

Hapisteki Kadınlar

Bu hafta tamamen tesadüf eseri ortak noktaları, hapise giren kadınlar olan 2 tane film izledim.

Aslında 2 film, konu olarak birbirinden tamamen bağımsızdı. Tek ortak özellikleri, mutlu evlilikleri ve 5-6 yaşlarında 1 erkek çocukları olan bu kadınların bir nedenle hapise düşmesiydi.

Önce bir Fransız fimi izledim: "Pour Elle"- "Aşk Uğruna".




Bu filmde cefakar ve vefakar koca, haksız yere hapse girmiş karısını kurtarmak için her yola başvuruyor ve kadının hapiste kaldığı dönem boyunca (3 sene) sevgileri hiç azalmıyor. Fimin sonunu söylemeyeyim, ama çok etkilendiğimi belirtmeden geçemeyeceğim.

Diger film ise "Nothing but the Truth": "Gizli Gerçekler



Bu filmde ise; sevgi dolu koca, karısı hapse girdikten sonraki 10 ay içerisinde karısını aldatıyor, tabi kadın bunu anlıyor ve filmin sonu ayrılıkla bitiyor. Bu filmde aşk 2.planda olsa da ben nedense bu konuya odaklanmışım :) Aslında filmin özü çok farklı.

Her 2 adamın eşlerine karşı olan davranış farkı beni şaşırtırken, her 2 erkek çocuğunun annelerine karşı olan davranışının aynı olması daha da şaşırttı sonrasında :)

Sanırım insanlar büyüdükçe tutarsızlaşıyor.

12 Aralık 2009 Cumartesi

Komşufırın "Çağdaş Ekmek Sanatları"


Komşufırın'ı ilk ne zaman farkettim hatırlayamıyorum. Ama işe gitmek üzere her sabah geçtiğimiz yolda (Kozyatağı Bayar Caddesi) bir sabah bir de baktım ki yeni bir yer açılmış.
Tamam dedim, bu sabah da buradan alalım yiyeceklerimizi. Özgür arabada beklerken ben içeri girdim ve girmemle "çok iyiye benziyor" dedim. Dekoru ve renklerine bayıldım, tahta ağırlıklı ama ferah ve kesinlikle aydınlatıcı mobilyalar (öyle mi denir??) çok hoş geldi gözüme.
Standart pastane konseptinden farklı, ucuz ve leziz hamurişleri ile dopdolu :) daha ne isterim.
O gün bugün sık sık uğradığımız bir yer haline geldi Komşufırın.
Son zamanlarda eve daha yakın bir şubesi açıldı, pazar sabahları yürüyerek gidip kruasan, çıtkıt, simit, ekmek filan almaya başladık.
Her şey iyi hoş da, bir eksiği var bu Komşufırın'ın (en azından Kozyatağı şubesi): O da servisin yavaşlığı. Basit bir simit almak bile bazen uzadıkça uzuyor, özellikle de önünde birkaç parça ürün alan kişiler varsa. Sıra uzadıkça uzuyor. Zaten benim uğradığım saatlerde işe gitmekte olan insanlar oluyor yani herkesin acelesi var.
Neyse her şeye rağmen bu sabah aldığım havuçlu-cevizli kek bambaşkaydı, afiyetle yedim

6 Aralık 2009 Pazar

Veronika Ölmek İstiyor (Mu?)


"Sana bir öykü anlatacağım" dedi Zedka.

"Çok güçlü bir büyücü, bütün bir ülkeyi yok etmek ister, o ülke halkından herkesin su çektiği bir kuyuya sihirli bir madde atar. Kuyunun suyunu kim içerse delirecektir."

"Ertesi sabah, herkes kuyudan su çekip içer, hepsi de delirir. Yalnızca kraliyet ailesi, kendilerine ait özel bir kuyudan su çektiklerinden, sihirbaz da o kuyuyu zehirlemeyi beceremediğinden, delirmezler. Tabi kral çok kaygılanır, halkının sağlığını ve güvenliğini sağlamak için bir dizi emir verir. Ancak polisler ve müfettişler de halkın içtiği sudan içmiş olduklarından, kralın emirlerini saçma bulur, uygulamazlar."

"Ülkede yaşayanlar, kralın emirlerini duyduklarında onun çıldırığına inanırlar, hep birlikte şatosunun önünde toplanıp tacını ve tahtını bırakması için gösteriler yaparlar. Umutsuzluk içindeki kral tahtından inmeye hazırlanırken, kraliçe ona der ki "Gel biz de o sudan içelim, o zaman biz de onlar gibi oluruz"

"Ve öyle yaparlar: Kral ve kraliçe de cinnet suyunu içip anında saçma sapan konuşmaya başlarlar. Bu durumda halk taşkınlığından dolayı pişman olur. Ülkede barış ve huzur yeniden hüküm sürer. Bu halk komşularından oldukça farklı bir hayat tarzı benimsemiştir, ama kral ölümüne dek ülkesini yönetebilmiştir."

Deli dediğimiz insan, herkesin yaptığından farklı şeyler yapandır.
Bu kitabı öyle beğendim ki, bir akıl hastanesi bu kadar umut verici bir yer olabilir.

30 Kasım 2009 Pazartesi

Bu Otele Bayıldımmm


Bir otel bu kadar mı sevilir???
Konsept olarak 5 yıldızlı oteller ve tatil köyleri bizi açmaz, tatillerde butik otel, pansiyon, küçük otel tadında yerleri seçeriz. Her şey dahil sistem tatil köyleri, bir sürü yüzme havuzu, restoran, bir yerden bir yere ulaşımın güçlüğü, yemeklerin kalitesi gibi nedenlerle tatil köyü diyince derhal "kaç kaç kaç" deriz.
Bu kez bayram tatili için, son gün karar verdik, biletlerimizi aldık ve dedik ki Antalya'ya gidelim.
Aslında benim hiç niyetim yoktu, malum 6 aylık hamileleyim, havaalanlarında domuz gribi olurum diye korkuyordum ve tabi ki çok üşeniyordum. Neyse sonuçta ben de ikna oldum ve Antalya'da Hillside Su Otel'e rezervasyon yaptırdım.
Bizi havaalanında karşıladılar, hiç rötarsız otele girdiğim anda bu otelin hastası olacağımı anladım.
Tam benlik bir tasarım, her yer bembeyaz, nefis bir lobi...
Gitmeden resimlere bakmıştım tabi, ama o ortamda bulununca daha da çok sevdim.
Bir kere personel süper kaliteli, herkes güleyüzlü, yardımsever ve saygılı. Ufak bir otel olduğu için hangi restoranda yesek ki stresi yok.
Spa'sı çok huzurlu, masaj yaptırdıktan sonra bembeyaz uzanma koltuklarında harika bitki çayları yudumluyorsunuz.
Hava da nefisti, 29 Kasım itibariyle denize girdim.
Odalar desen bambaşka, hiç lüks yok ama süper tasarım, son derece sade, ışıklandırma harika, 3 tarafı ayna.
Çocuklu aileler oldukça fazlaydı ama ortamdaki huzurdan mıdır nedir çocuklar pek sakindi.
Hiç istemeyerek gittiğim bir tatilden dönerken "umarım tekrar gelebilirim" düşüneceleriyle otelden ayrıldım.
Kısacası, sevgiliniz varsa, sevgiliniz yoksa, evliyseniz, çocuğunuz varsa yani her durumda bu oteli görmenizi tavsiye ederim.

24 Kasım 2009 Salı

Biri Bana Yardım Etsin!!


Sorumluluk duygumdan hoşlanmıyorum...
Yapmak zorunda olduğumu hissettiğim ama aslında çok da istemediğim şeyleri yapmaya çalışırken sıkıntı yaşıyorum: yapsam bir türlü, yapmasam başka türlü.

Mesela, bayramları aslında seviyorum, aile ziyaretlerini de seviyorum ama bir noktadan sonra çok yoruyor.
Önümüz bayram, sağolsun çok sevdiğim akrabalarımın beklediği bayram rutinini izlersek bayramımız böyle geçecek:


1.gün: Sabah kahvaltısında kayınvaldemin evinde eşimin ailesiyle buluşmaca, saat 13:30 civarlarında buradan ayrılıp anneanneme geçiş. Burada tüm anne tarafım toplaşır ve 15:00 civarında bayram yemeği yenir, ardından çay içilir, saat 17:30 olur. Buradan ayrılırız eşimin teyzesinin evine atarız kendimizi. Eve geri döndüğümüzde midemde çikolata, börek, kek, dolma gibi bilimum yiyecekler dolanır durur. İlk gün böyle biter.
2.gün: Sabah kalkılır, azıcık evde dinlenilir, saat 14:00 gibi yollara düşülerek, nedense hep kötü olan bayram trafiğinde 2 saatte karşıda oturan amcamlara gidilir, orada diğer amcamlarla buluşulur, 17:00 gibi kalkılır, yine 2 saatte eve dönülür, akşam 19:00 sonrası serbest zaman.
3.gün: Aslında diger amcamlar bizi bekler, ancak onlara gitmemek için bir yöntem düşünülür. Bazen gidilir, bazen gidilmez.
4.gün: Dileyenler için ekstra İstanbul gezisi veya serbest zaman


Offf, yazarken bile içim şişti.
Bu nedenlerle bayramlarda sıklıkla uzaklara kaçıyoruz. Bu bayram için henüz bir programımız yok ama zaman daraldıkça stres katsayım artıyor. Özellikle de 2 saatlik trafik yolculuğunu düşününce.
İşin kötü tarafı, büyükler gelmemizi bekliyor, gidersek içim şişiyor, gitmezsek vicdanımmm

Bunun bir çaresi yok mudur??

15 Kasım 2009 Pazar

"İSİM"'lerimiz ne kadar önemli??


Hamile olduğumu öğrenince eşimle bir karar verdik: Bebek kızsa ismini ben koyacaktım, erkekse o koyacaktı.

Aradan bir ay geçmeden bir kız ismi bulmuştum, üstelik bu ismi eşim de onayladı.

Tabi o dönemde arkadaşlarımın tavsiyesiyle hemen Çin Takvimi'nden cinsiyetine baktım. Bu takvim son derece mantıksız olmakla beraber %90 olasılıkla doğru çıkıyormuş. Takvime göre bebek "kız" çıktı. Ben tabi, olley diyerekten dolaşmaya başladım.

Kontrol etmek mahiyetinde sağa sola da sordum, herkesin çocuğunun cinsiyeti takvime uygun gidiyordu.

Nitekim 14.haftada kontrole gittik, bende bir heyecan bir heyecan. Gerçi biliyorum ki doktor kız diyecek. Doktorum da sağolsun, ultrasondan bakar bakmaz "evett, bir oğlan geliyor" demez mi?
Doktora 3 kez emin misiniz diye sordum ve ona Çin Takvimi'nden bahsettim :)

O günden sonra sanki en önemli şey buymuş gibi erkek ismi araştırmaya başladık.

Bir yandan bu sorumluluğu eşime vermiştim, ama onun seçtiği isimleri de hiç beğenmiyordum.

Benim de kararım sosyetik ve son moda bir isim yerine sıradan bir isimden yanaydı.

Ama yine de uzlaşamıyorduk. Bu konuda uzun süre değerlendirme yaptık ve bir kısa liste oluşturduk.

Heralde saatlerce tartışmışızdır, çocuğu nasıl yetiştireceğimiz hakkında bu kadar konuşsak bizim çocuk kusursuza yakın bir insan olabilir diyim ben size.

Sonuç itibariyle hala bir ismi yok!! Korkarım ki doğumdan sonra orada bulunan herhangi biri garibana bir isim koyacak :)

Aklım başımda olursa kendi beğendiğim ve eşimin seçmediği isimler listesinden bir isim seçip oldu bittiye getirebilirim sinsice :)

Bir yandan da şunu düşünüyorum: isim çok mu önemli? İsmimiz ne olursa olsun zamanla o isimle özdeşleşiyoruz ve çok korkunç bir isim olmadıktan sonra kimse de "aaa ne berbat" isim demiyor.

Yani çocuklarla ilgili düşünülecek daha önemli şeyler var :)


13 Kasım 2009 Cuma

Başka Biriymiş Gibi Olmak


Canınız sıkıldığı zamanlarda, bunaldığınızda, kendinizi üzgün hissettiğinizde ya da bazen durup dururken, kendinizi başka bir hayatın içinde düşlediniz mi hiç?

Benim böyle zamanlarda kaçış olarak kurgulamış olduğum bir hayat var !!

Bu hayatı yıllar önce hayal etmiştim ilk kez, sonra geçen yıllarda hayalim hiç değişmedi.

Hani kişisel gelişim eğitimlerinde insanlara söylerler ya: "canınız sıkkın olunca kendinizi mutlu olduğunuz yerde düşleyin, göreceksiniz rahatlayacaksınız" şeklinde.

Hayalimde Paris'de yaşıyorum. 22 yaşındayım. Evim böyle 5 katlı bir binanın çatı katı.
Camın önünde ahşap bir masa var. O masada oturup çalışırken arada dışarı, binaların tepelerine bakıyorum. Paris hep biraz puslu, ama hiç yağmur yağmıyor.
Her sabah evden çıkıyorum, sürekli aynı cafede "croissant" veya benzeri bir şey yiyorum ve mutlaka kahve içiyorum.
Sonra metro ile işe gidiyorum. İş yerinde az kişi çalışıyor. Mesela 10 civarında.
Ne iş yaptığımı hayal edemedim hiç :) Heralde hayallerimin işini henüz keşfedemediğim için.
Akşam olduğunda arkadaşlarımla bir kadeh şarap içeceğim bir yere gidiyorum, peynir yiyorum bol bol.

Bu hayalimi insanlardan bunalınca kuruyorum genellikle. Mevcutta tanıdığım hiç kimse hayalimde yok. Bireysel ve yalnız bir hayat yaşıyorum.

Gerçekte ise yalnız yaşamayı bilmiyorum, akşamları yalnız kalmayı pek biliyor sayılmam.

Mutlu olur muyum acaba? Sanırım çok mutlu olamam.


Ama hayal kurması güzel, hem de çok dinlendirici...

10 Kasım 2009 Salı

Yazık! Dediğim İnsan Profilleri


Hayatla barışık olmayan insanlar:

Çevresindeki her şeyle ve herkesle savaşan insanlar bu konumdadır. Sürekli bir memnuniyetsizlik ve doyumsuzluk yaşarlar, herkesin söylediğinden kendilerine pay çıkarıp içten içe küserler, tepki gösterirler. Başlarına bir şey geldiyse bu mutlaka karşı tarafın suçudur.


Yapmış olmak için yapan insanlar:

Hayatında yaptıkları hiçbir şeyin gerçekten değeri yoktur. O günkü koşullarla onu yapması gerektiği için yapmıştır. Evlenme yaşı gelince "evlendim" demek için evlenirler, çocuk sahibi olma yaşı gelince "çocuğum da oldu" demek için çocuk sahibi olurlar. Haftasonu gezmiş olmak için ailece yemeğe giderler, kitap okudum demek için bir kitaba bakarlar. Burada bahsettiğim "Mecbur olmanın ötesinde" bilinçaltında hissedilen bir zorunluluk hissi.


Kendini olduğundan çok üstün gören insanlar:

Bu kişilere de yazık, bunlar kendini üstün görür, çevresini ise daha aşağı. İş yaşamında sık sık karşılaşılır bu kişilerle. Gerçi ben şanslıyım, çevremde böyle insanlar çok yok, ama arasıra karşılaşmam bile sinir stres sahibi olmama yetiyor.


Sanırım bu türler dışındaki tüm insanlara kapım açık :)

3 Kasım 2009 Salı

Çocuklar ve Ben


Hayatımın hiçbir döneminde bebekler ve küçük çocuklarla yakın bir ilişkim olamadı. Nedenini bilemiyorum ama ben bir çocuğu çok sevsem de o bana çok yaklaşmazdı. Ben de bir süre sonra o çocukla ilgilenmemeye başlardım. Belki de "yaşasın çocuklar" diyen biri değilim ben ve çocuklar bunu hissediyor.


Şu anda ise 5 aylık hamileyim ve her şey yolunda giderse küçük bir erkek bebeğim olacak.
Düşündükçe bile heyecanlanıyorum son günlerde. Dünyada hiçbir çocuk bana bayılmamış olsa da benim küçük oğlum bana bayılacak, en azından büyüyene kadar...


Bugün detaylı ultrasona girdik ve küçük canlının organlarına, bedenine, kalbine, beynine hep birlikte baktık. Nasıl da büyümeye çalıştığını düşününce o kadar şaşırıyorum ki, inanasım gelmiyor, gerçek bir mucize.


Bunca zaman meğerse hamilelik süreciyle, bebeklerle hiç ilgilenmemişim, sanki bu dünyada tek benim başıma gelen birşeymiş gibi şaşıp duruyorum.


İnternet zaten dipsiz bir deniz, doğum videolarına bakıyorum ara ara, dehşete düşüyorum. Bazen bir kaç yazı okuyorum bilgi sahibi olayım diye. Ama bunların hepsinin yanısıra aslında bu devirdeki bir çok anne adayına göre çok daha az araştırıyorum. Bana kalsa lıkır lıkır kahvemi de içerim, saçımı da boyatır dururum. Şu toplum baskısı var ya, işte o fena bir şey :)


Valla en rahatı annem, saçımı boyatmamama inanamıyor (1 defa boyattım bu arada), ananemse sürekli önüme demli demli çaylar koyuyor. "Aaaa içmemek lazım, ben almiyim" dedikçe de anlamıyor ve "deli misin, ne var ben 2 tane doğurdum bir elimde çay, bir elimde sigara ile" diyor. Bu arada da seyahate gitme girişiminde bulunsam "ölümü cenazemi gör" tadında korku cümleleri savuruyor bu kişiler. Ben anlamadım bu işin doğrusu ne, neyse vazgeçtim en iyisi bu sürecin tadını çıkarayım...



29 Ekim 2009 Perşembe

Dedem


Hepimizin en büyük isteği güzel bir ömür geçirmek sanırım. Hayatlarımız doğum ve ölümlerle, neşe ve kederlerle, iyi ve kötü günlerle dopdolu.

Geçtiğimiz günlerde telefonum çaldı, arayan annemdi. Önce açmak istemedim çünkü işyerindeydim ve çok işim vardı, ama telefon acı acı çalmaya devam edince mecburen açtım. Annem, dedemin vefat haberini verdi bana. O anda tek hissettiğim derin bir boşluktu. Telefonu kapattım, aynı anda bir mesaj geldi telefonuma. Bir arkadaşım küçük kızının doğum haberini veriyordu bana. İşte ölüm ve yaşam bu kadar birarada bizler için.

Dedem uzun zamandır hastaydı. Hayatının ilk 80 yılını çok sağlıklı geçirmiş, son 5 senesini ise hastalığıyla yaşamıştı. Bir açıdan bakınca çok uzun bir ömür, bir başka açıdan bakınca ise kısacık bir ömür...

Dedem istediği hayatı yaşayabildi mi bilmiyorum, bu tip konuları düşünen kimselerden degildi. Ama onu hep özel zevkleri olan biri olarak hatırlıyorum.

Çocukluğumda, anneannnem ve dedemin evlerine ait en derinden hatırladığım anılar, dedemin gözü gibi baktığı afrika menekşeleleri ve balonlarında büyük bir saksının içinde duran limon ağacıydı. Limon ağacı senede 1 tane limon verirdi ve dedem bu limonu koparıp bir süre bir kasenin içinde saklardı. Sonra ne olurdu o limona hiç hatırlamıyorum. Biz çocuklar evin içinde koştururken, menekşelere zarar gelmemesi için defalarca uyarırdı bizi. Hepimiz içten içe korkardık, ya menekşelerden birine çarpar, saksıyı yere düşürürsek diye...

Yine o günlerden hatırladığım bir başka anı ise vergi iadelerinin hesaplanma dönemleriydi. O zamanlar dedemin ne yaptığını anlamazdım ama vergi iade hesaplama dönemlerinde bir odaya kapanır, kocaman bir masanın üzerinde özenerek fişleri dizer, tek tek, inci gibi yazısıyla doldururdu formları. Yazı yazarken, o kadar bastırırdı ki, tahta masaya geçerdi bütün yazdıkları. Sonra biz çocuklar okumaya çalışırdık masadaki yazıları. Küçüktüm ve dedemin çok önemli işlerle uğraştığını sanırdım. Sanki yeni bir banka kurar gibi.

Geceleri bazen anneannemlerde kalırdım. Sabahları erkenden uyandığımda dedemin çoktan uyanmış olduğunu görürdüm. Dedemin en büyük zevki sabahları 5:30’da uyanıp Bostancı-Fenerbahçe sahil yolunda yürümekti. O yıllarda bu yol şimdiki gibi bakımlı da değildi. Dedem yürümeyi çok severdi.

Zevkleri olan, tüm yakınlarının bu zevklerden haberdar olduğu bir kişiydi. Mesela kızları ve torunları bilirdi hamsiyi çok sevdiğini. Karadenizli olduğu için sık sık eve elinde bir poşet hamsi ile gelirdi. Anneannem evde koku oluyor ve başına iş çıkıyor diye söylenirdi hamsiyi pişirmeden önce, ama hep çok güzel yemekler yapardı hamsi ile ve kurardı çilingir sofrasını. Sürekli eve gelen giden olsun, bolluk içinde yenilsin içilsin isterdi.

Karadeniz’in tereyağı çok ünlüdür. Pidelerin üzerine bolca sürülür. Dedem de tereyağını çok severdi. Ekmeğin üzerine, ekmek kadar tereyağı sürerdi ve iştahla yerdi. Çocukken içim bulanırdı, senelerce tereyağı yiyememem bu yüzdendir.
Kimseye karışmaz, kendi halinde yaşardı gençliğinde. Derin konuları düşünmez, gereksiz şeylerle sıkmazdı canını, ufak sorunları dert etmezdi kendine. Biraz çocuk ruhlu bulurduk ama torunları da kızları da karısı da severdi onu. Özünde iyi bir insandı, peyniri, hamsiyi, kadınbudu köfteyi, uzun uzun yürümeyi, deniz kenarlarını, İzmir’i, İstanbul’u, Samsun’u seven. Tabi hepsinden önemlisi, Cumhuriyet döneminin ilk gençlerinden olduğu için belki de, Atatürk’ü çok severdi.

Hastalığı süresince tek bir kez bile kendisine “Nasılsın?” dediğimde “Kötüyüm, evdeyim, canım sıkılıyor” demedi. Hep “iyiyim” dedi. Böyle diye diye geçti gitti hayatımızdan, sessizce, sorunsuzca.

Dedemin vefatı sonrasındaki günler hep onun dileği gibiydi. O kadar çok yakınımız geldi ki evine, her şey o kadar boldu ki, tam onun istediği gibiydi. Umarım o da hissetmiştir ve rahatça uyuyordur.

25 Ekim 2009 Pazar

Bugünkü Ruh Halim de Buymuş


Huzur gibisi var mı şu dünyada....

Huzursuz olduğum zamanları hatırlayınca üzülüyorum tam da şu anda. Şimdi sanacaksınız ki erdim ve sonsuza kadar huzur içinde yaşayacağım.
Tabi bu gerçek değil, muhtemelen bir süre sonra bir olay olacak ya da belki hiçbir şey olmayacak ve ben birden huzursuzlanacağım.

Ancak bugün ve hatta dün, tamamen dingin bir ruh hali içindeyim, inanıyorum ki bu hormonların etkisi ve sonucu.

Ah biz kadınlar, neden yaşadığımız her duygu, neşe, keder, mutluluk, sinir hepsini hormonlarımız yönetiyor, nedir ki bu hormonlar. En değerli varlığımız hormonlarımız mı???

Şu anda kendimi dingin bir su gibi hissediyorum, hiç kimseyle konuşmaya ihtiyacım yok, güzel bir kitaba başlarım belki de. Keşke hayatın durumunda bu şekilde kalabilsek.

21 Ekim 2009 Çarşamba

Heyy! İçine Kapanma


Bugünlerde yeni bir şey farkettim: Bir takım kişiler hayatlarında yepyeni ve farklı bir şey olduğu zaman içlerine kapanıyor.

Ya o durumu yalnız yaşamak istiyorlar, ya da sindirecek zamana ihtiyaçları oluyor.

Kendim de benzer şekilde davranan kişilerden biriyim. Hamile olduğumu öğrenince belirli bir süre sanki içime kapandım, ben bunu böyle hissetmedim ama arkadaşlarım "sen değiştin,yavaşladın, sessizleştin" gibi yorumlarda bulundular.
Belki de içten içe aslında hamile kalmayı çok da istemediğimi düşündüler ama bunu bana söyleyemediler.
Zaman içerisinde bu fikri benimseyip alışınca daha rahat ve dışa dönük davranmaya başladım. Bunun nedenini o dönem de düşünmüştüm ve yeni duruma zihnimi alıştırmak için kendi iç dünyam ile konuştuğuma karar vermiştim.

Bugün farklı bir şey dikkatimi çekti. Uzun süredir mutlu bir ilişkisi olmayan bir arkadaşım bir süredir aşık! ve aslında sürekli konuşması beklenirken kendisi gülen bir surat ifadesiyle karşımda oturuyor. Bunun nedenini ona sorduğumda "ne yapayım, konuşunca sürekli onun hakkında konuşmak istiyorum ama bu durumda da sizleri sıkma istemiyorum" dedi.

Onun da tercihi bu yöndeydi.

Nedeni ne olursa olsun, demek ki kimi zaman mutlulukları da çok paylaşmıyoruz.