25 Haziran 2010 Cuma

Kaçışçı Erkekler


Öncelikle kıza yapışır, sürekli arar sorar, gereksiz bir samimiyet ve ani yakınlaşma içine girer. Görüşelim diye tutturur, kız atlatmaya çalışsa da illa ki görüşelim der, mesaj atar.

Kız da özellikle çekingendir çünkü adamın kötü bir imajı vardır. "Aa o mu, bir ilişki tutturamaz, daldan dala konar" derler adam için. Kız adamı içten içe beğenir ama kendini geri çeker doğal olarak.

Adam o kadar inatçıdır ki, kız en sonunda kız adamın bir teklifini kabul eder, dışarı çıkarlar. Hoşça vakit geçirirler, adam fazla girişkendir, olsun, hoştur da. Sonrasında yine arar kızı, yine bir görüşme, böyle devam eder birkaç sefer. Kızın içinde "belki de bana aşık olmuştur" şeklinde umut filizleri yeşerir içten içe.

Sonra adam aninden pırrrr. Aramaz 2-3 gün. Kızın içi içini yer, mesaj atar, mesaja cevap gelmez.

Bir süre sonra adam yine arar, kız nerede olduğunu sorunca "işlerim vardı, yoğundum" şeklinde antin kuntinler yapar.

Kız onunla güzel vakit geçirir, ama buluşmalar eksiktir çünkü devamını kız asla bilemez.

Adam bir vardır, bir yoktur. Bir yakındır, bir uzak. Bir cesaret vericidir, bir korkutucudur.

Kız hem kopamaz, hem de kıl olur. Yalnızdır ya, en azından bir çeşni diye düşünür. Haklıdır da, ama kafasını da takar.

Böyle bir kısırdöngü içinde geçer zaman.

Bu tip ilişkileri çok duyuyorum son zamanlarda. Anlamıyorum bu adamlar ne yapmak istiyor? Kızı aramadığı zamanlarda ne işler çeviriyor? Ne kadar gereksiz bir yıpratıcı durum sözkonusu. Hele bir de aşık olduysa vay kızın haline.

Karşılıklı aynı hedefe koşan her tür ilişkiyi anlıyorum, ama böyle kızı kendine bağlayıp da ondan sonra kaçışa geçen erkekleri hiç anlamıyorum.

24 Haziran 2010 Perşembe

Başım Çatlıyor


Ne berbat bir illettir şu baş ağrısı, insanın içini yer kemirir.

Tamam kabul ediyorum, diş ağrısı kadar korkunç ızdırabı yok, ama baş ağrısının yeri her zaman ayrıdır.

Uzun zamandır çekmiyordum, unutmuşum.

Bu sabah korkunç bir ağrı ile uyandım, aldığım ilaçlar da kâr etmiyor. Tek çare gözlerimi kapamak, ki kapasam bile sinsi sinsi devam ediyor.

Çok hastalık çeken biri değilim çok şükür ama benim de başımdaki bela "ağrı" işte.

Zaman zaman böyle ağrır durur. Acaba migren miyim diye düşünüyorum ama teşhis konması için doktora gitmek lazım ya, doktorlardan ölesiye hoşlanmadığım ve bir o kadar da üşendiğim için gitmiyorum.

Hiçbir şeye üşenmem ama konu kendi sağlığım olunca dünyanın en üşengeç kişisi olur çıkarım.
Zorunlu olmadıkça doktora gitmeyi sevmiyorum, ne yapayım. Kimse üzerine alınmasın, pek o kadar da güvenmiyorum doktorlara, mecburen inanmak zorunda kalıyoruz ve işimiz biraz da şansa kalıyor.

Bu saçma hava böyle yaptı beni belki de. Tamam cehennem sıcakları yaşanmasın fakat böyle puslu da olmasın hava lütfen ve lütfen 25 derece civarlarında seyretsin.

Başımın ağrısından rahat düşünemez oldum, daldan dala konuyorum, en iyisi gidip biraz uzanayım da gözlerim dinlensin.

Bu arada aklıma gelmişken, ağrıların en kötüsünden biri de kalp ağrısıdır ki bu farklı yazıların konusu olabilir.

Ağrısız günler dilerim (sadece mutlu aşkın sonucu olan mide ağrılarını çekin lütfen)
Görsel Hk: Kızımız da güzele benziyor, yazık ağrımasın başı

22 Haziran 2010 Salı

Ne Kadar Zor


Seviyorum işimi, yıllardır alıştım en basiti. Gidip geliyorum bir şekilde, arkadaşlarımla laflayarak, çalışarak, arada stres olarak geçiyor zaman. Tekdüze, fazla beklentim olmadan geçiriyorum günlerimi. Doğrusu öğrendiğim yeni şey de pek yok, elimin tersiyle yapıyorum işimi.

Yavaş yavaş köreliyor muyum diye düşünüyorum bazen, ofisin güvenli ortamında kala kala dış dünyaya kapatıyor muyum kendimi??

Yeni insanlar tanıyacağım, yeni ortamlarda bulunacağım, yeniden savaşacağım bir işim olsa daha mı iyi olur? Kendimi sevdirmek, kabul ettirmek için biraz uğraşsam, yeni şeyler öğrensem, yeniden başlasam.

Bir diğer yandan da "ne gerek var ki yorulmaya" diyorum. Günün sonunda alacağımız maaşsa eğer, kolayca alsam daha iyi olmaz mı? Aynı maaşı almak için bin tane takla atmaya gerek var mı, git gel işte bir şekilde.

İçimde böyle farklı düşüncelerle savaşıp duruyorum, bakalım savaşın sonu ne olacak?
** Foto hk: Resimdeki ofis ile ilgim yok,

14 Haziran 2010 Pazartesi

Değişime Ayak Direme!!!


Değişime ayak uydurabilmeli insan, sürekli geçmişi yad ederek dövünmek yerine, yeni şartlarla da mutlu olmayı öğrenmeli.

Varolandan daha iyi bir duruma geliyorsak, değişime hemen adapte olabiliyoruz.

Peki ya varolandan daha kötüye gittiysek? Bu durumda "eski güzel günlerin" hayali bizi bırakmıyorsa, sürekli geçmişe dönebilmeyi umuyorsak, işte o zaman hata yapıyoruz demektir.

Ne yazık ki ben bu hatayı hep yapıyorum, hata olduğunu bile bile yapmaya da devam ediyorum, bu konudan muzdaribim.

Kendi elimde olmayan sebeplerden dolayı istemediğim bir duruma düştüysem üzülüp duruyorum. Şartlar değişti ve sevdiğim bir yerden, bir kimseden ayrı düştüysem, bu duruma alışmak yerine eski duruma dönmeye zorluyorum kendimi. Değişmeyeceğini bile bile değiştirmeye çalışıyorum ama nafile, sonunda sadece yıprandığımla kalıyorum, hiçbir şey elde edemiyorum.

Aslında biliyorum ki, her işte bir hayır vardır, bir şey oluyorsa mutlaka bir nedeni vardır. Bunu bilmeme rağmen üzülmekten alıkoyamıyorum kendimi.

Son derece mücadeleciyim, sonuna kadar savaşıyorum elimdeki yeni durumu reddetmek için. Ama şu ana kadar hiç başaramadım, ne olacaksa oluyor.

Yeni felsefemin, yine böyle şartlar nedeniyle ayrı düştüğüm bir dostumdan öğrendiğim gibi "su akar yolunu bulur" olmasını istiyorum. İtiraf ediyorum, başaracağımdan pek umudum yok. Bu özelliğim, ruhumun "arabesk" yönünü simgeliyor.

9 Haziran 2010 Çarşamba

7 Sene Bitti


Bugün benim için önemli sayılabilecek bir gün: Çalışma hayatına başlamamın 7.yıldönümü :)

Zamanın ne kadar çabuk geçtiğinden bahsetmeyeceğim bile, bir açıdan bakınca ne kadar uzun zaman olmuş, artık tecrübeli sayılabilirim, diğer açıdan bakınca sadece 7 sene olmuş.

Her yıl, 9 Haziran günü kafamda bir değerlendirme yapıyorum, deli miyim neyim :)
Geldiğim noktadan memnun muyum, geçen yıllarda neler öğrendim, bundan sonrası için beklentilerim neler şeklinde.

Tecrübeme göre iyi sayılabilecek bir noktadayım, yaşıtlarımdan bir çoğundan daha üst bir konumda sayılabilirim, bu olayın pozitif yönü.

Negatif tarafı ise, iş değiştirmezsem veya düşük olasıklıklı tesadüfler oluşmazsa emekli olana kadar aynı pozisyonda kalabilir, bir süre sonra mutsuzluk yaşayabilirim.

Çalışma hayatımda genel olarak şanslıydım, hep iyi insanlar karşıma çıktı. Evet zamanında kıskanç kadın tripleri atan bir yöneticim vardı, hatta bir diger yöneticim gece 11'e kadar şirkette kalır, hiç çalışmaz, bizim de kalmamızı isterdi ama özlerinde iyi insanlardı, sinsi değillerdi.

Rekabetçi ortamlarda fazla bulunmadım, bu nedenle çalışma arkadaşlarım hep çok iyi insanlardı, birlikte vakit geçirmekten hoşlandığım, ortak veya yakın yaşamları paylaştığım kişilerde aynı işyerinde bulundum.

Herkes gibi ben de pazartesi sendromu yaşadım doğru, ama işe gidince hemen atlattım bu sendromu.

Hayal kırıklıkları da yaşadım elbette ki, ama atlatabildim çok incinmeden.
Bu 7 senede gördüm ki, iş yaşamında yükselmek için çalışkan olmak önemli ama yeterli değil.
İnsan ilişkileri, şans, doğru yerde doğru kurulan ilişkiler çalışmaktan daha da önemli.
Kendine güvenmek ama bunu "kendini bir şey sanmaktan ibaret sanmamak", kendini doğru ifade edebilmek, rahat olmak, sosyal olmak, üstünü saymak astını sevmek, hepsinden önemli.

Özetle ne uzar ne kısalır bir noktadayım, huzur içinde ama Genel Müdür olma şansım olmadan ve kendimi zorlamadan işimi yapmaktayım, gerçek bir memur gibi sabah 09 akşam 18 arası

8 Haziran 2010 Salı

Çocuk Oyuncağı Bir Hayat


Kızla çocuk üniversite yıllarında arkadaştılar, beraber okudukları 4 yıl boyunca gülüp eğlenmiş, farklı kişilerle çıkmış, ilişkilerinde arkadaşlık çizgisini hiç aşmamışlardı.

Çocuk biraz tuhaf biriydi, genelde çevresi ile dalga geçer, bunu açıkça belli eder, pek kimselerle samimiyet kurmazdı, kısacası çok sevilmezdi ama bir yandan da komik biriydi.

Okul bittikten sonra aniden ortadan kayboldu, yurtdışına gittiği duyuldu ama kimse bilmedi ne iş yapıyor, nerede yaşıyor. Herkeslerle ilişkisini tümden koparttı.

Kız da senelerce haber almadı çocuktan. Arada dost sohbetlerinde kendisini ve sivriliklerini anıp kah güldük, kah kızdık, çoğunlukla da unuttuk.

Aradan geçen 6 senenin sonunda aniden çocuk kız ile bağlantı kurdu. Artık çok uzak bir ülkede yaşıyor ve Türkiye'ye sadece tatillerde geliyordu. Bu tatillerin birinde kızla buluştular, bir yemek yediler, sohbet ettiler. Kız şaşırmıştı çünkü cimriliği ile meşhur bu çocuk kızın yemeğini ısmarlamıştı. Tabi ki çocuğu halen "sadece arkadaşı" olarak görüyordu.

Bu yemek sonrasındaki günlerde çocuk yaşadığı ülkeye döndü ve kız ile yeniden aralarına mesafe girdi.

Aylar sonra, kız da işi gereği aynı ülkenin farklı bir şehrine yerleşme kararı aldı, bu kararı kankası olan çocuğa söyledi. Kızın taşınmasının ertesi haftasonu çocuk onu ziyarete geldi.

İlk gün gezip dolaştılar, sıradan şeyler konuşup, sıradan ama eğlenceli bir gün geçirdiler.

İkinci gün çocuk ağzındaki baklayı çıkardı: oraya kadar boşuna gitmemişti.

Düşünmüş taşınmıştı, yaşını başını almış artık evlenme çağı gelmişti. Evlenmek için, senelerdir tanıdığı, geçmişini bildiği, gurbetteki kaderleri ortak bu kızdan daha iyisini bulamazdı. Kısacası kıza evlenme teklifi etti ve kızın da en kısa sürede bir cevap vermesini istedi.

Kız şoktaydı, nasıl yani kankası olan ve 6 sene görmediği bu çocuk birden karşısına çıkıyor ve evlilik gibi ciddi bir konuda karar almasını bekliyordu. Üstelik de teklifini kabul etmezse arkadaşlığınıda keseceğini iddia ediyordu.

Evlilik, aşık olduğun kişi ile bir yeterince zorken, zorlama ve gerekliliklerle mantık çerçevesinde yapılacak bir anlaşma mıdır? Hayat bu kadar basit midir? gibi sorular geldi aklıma bu olayı dinleyince.
Her ne kadar arkadaş olarak yola çıkmış bile olsalar, birbirlerini farklı açıdan bir tanısalar belki aşk noktasına ulaşabilir ve evlenme kararı alabilirler, buna açığım.

Ama evliliğin bu kadar baside indirgenmesine ne yazık ki hiç ama hiç açık değilim.

6 Haziran 2010 Pazar

Bir Suçlu Olmalı!!

Başına gelen bütün kötü şeylerde hep bir suçlu bulmalı mısın?
Ve bulduğun o suçlu hep kendinden başkası mı olmalı?

Bu düşünce şeklini sevmiyorum, en ufak bir tatsız durumda mutlaka bir suçlu olmamalı.
Mesela evden çıkarken cüzdanını unutmuş olma nedenin o sırada arayan arkadaşın olmamalı, sadece "unutmuş olduğun için" o cüzdan evde kalmış olmalı.
Ya da terfi edememe nedenin "yalaka iş arkadaşın" olmamalı.

Suçlamak ne kadar kolay, ohh atıyoruz suçu bir başkasının üzerine, kendimizden memnun memnun yaşıyoruz.
Sürekli başkalarını hatalı, kendimizi kusursuz sanıyoruz.

Ta ki ciddi bir sarsıntı yaşayana kadar...
Şanssız olan kimileri ise o sarsıntıyı hiç yaşamıyor, yüksek egosuyla yaşayıp neden sevilmediğini anlamıyor.

Hayat bu insanlar için ne kadar zor ve yıpratıcı, üzülüyorum böyleleri için ama bir şey de yapamıyorum çünkü çok kapalı oluyorlar eleştiriye!