11 Aralık 2010 Cumartesi

En Önemli Şey Sağlık, Gerisi Boş


Koşturmaca ile geçiyor günlerimiz. Çoğunlukla saçma sapan şeylere üzülerek ve kızarak.
Günüm yollarda sersefil olarak geçiyor.
Kaç senedir bu işi yapmaktan çok sıkıldım, zaten terfi şansım da yok, kariyerimin zirvesindeyim.
Beni artık sevmiyor mu? Neden aramıyor? Onu özledim.
Patronum neden öyle davrandı?
Çocuğum neden ödevlerini son ana bırakıyor?
Neden arabayı değiştirecek paramız yok?
Ev kredisinin bu ayki taksidini nasıl ödeyeceğiz?
Neden sevgilim yok? Neden yalnızım? Neden çocuğum yok? Neden neden neden??

Bomboş şeyleri kafamıza takıp duruyoruz, sırf üzülme duygumuzu tatmin etmek için.
Oysa gerçek üzüntü, gerçek sıkıntı , sağlık sorunlarıdır, bilinmeyen dertlerdir.
Annem der ki "Allah bilinmeyen dert vermesin". Vermesin ki hem de nasıl!!
Bilmiyoruz ki,sıradan insanlarız, mecburen doktorların her dediğine güvenmek zorundayız, başka çaremiz yok.
Küçük bir çocuk düşünün, hepimizin çocuğu gibi: neşe dolu, okul çağında, tek derdi "havanın güzel olması ve bahçeye çıkmayı istemek" olması gereken bir çocuk.
Bir hastalıkla mücadele ediyor. Nasıl bir hastalık olduğu belli değil, milyonda bir görünen cinsten. Neden gelip bu hastalık onu buldu? Bilinmez. Takdir-i ilahi.
Sık sık sesi kısılıyor, hiç duyulmaz oluyor. O uğursuz virüs boğazını sarıyor üzüm salkımı gibi tek tek.
Sesi çıkmıyor çocuğun.
Ameliyat masasına yatırıyorlar onu, boğazını temizliyorlar, yeniden sesi çıkıyor. Aradan 1 ay geçiyor. Hoppp, tekrar kesiliyor sesi. Oysa o bağırarak futbol oynamak istiyor, sesi olsun istiyor.
Doktorlarsa diyor ki "olabilecek en iyi şey, sesinin kısılması, dua edin ki sadece sesi kısılsın".
Nefes alamamak da var çünkü bu işin sonunda.
Ne olduğu bilinmiyor. Evet tıp çok ileri ama yine de bilmedikleri bir şeyler var doktorların ve biz mecburen onlara inanıyoruz . Her şeyin iyi olacağına, o küçük çocuğun iyileşeceğine inanmak zorundayız.
İnanıyoruz, napalım, elimizden gelen bir şey yok. Çaresizlik en kötü şey.



9 Aralık 2010 Perşembe

Firarperest - Dünyayı Görmeli

Elif Şafak'ın son kitabı Firarperest'i bayılarak okuyorum. İkişer sayfalık deneme yazılarını toparlamış, herkesin kendi hayatından bir parça bulabileceği bir kitap ortaya çıkarmış, yani yine döktürmüş.

Kitapta yer alan bir hikayeden bazı alıntılar yapmak istedim, bakalım bu hikaye size bir şey çağrıştıracak mı?

Vaktiyle çocukluğumun Ankarası'nda, durmadan konuşma ve hareket etme yeteneğine sahip ama bir o kadar da ketum ve sır saklayan bir kadınlar dünyasının içindeydim. Tüm bu kadınların kendi aralarında tıkır tıkır işleyen bir iletişim ağları vardı. Ne vakit birbirleriyle haberleşmek isteseler, biz çocukları ulak olarak kullanırlardı. Vızır vızır evden eve gider gelirdi ufak ulaklar, çoğu zaman taşıdıkları mesajların anlamını idrak edemeden. "Kıymethanımteyze anneannem dedi ki o mesele öyle değilmiş".

O vakit etrafımdaki kadınlardan en çok duyduğum nasihatleri sıralasam alt alta, listenin başında "Dünyayı görmeli" lafını yerleştirmek icap ederdi heralde. "Dünyayı görmeli" derdi, mahallesinden nadiren çıkan bu kadınlar. Sorsanız, dünya mutlaka gidip görülmesi gereken bir "şeydi" nazarlarında. Ama hangi yön, tastamam neresiydi?  Hangi ülkelere giderse insan "dünya" yı görmüş sayılırdı? Zamanla anladım ki, Doğu ya da Ortadoğu "dünya"dan sayılmıyordu. Onları görmek iyi hoş da, insanı başkalaştırmıyordu.

"Avrupa görmek şart" derdi kadınlar hep bir ağızdan. "Avrupa görmüş insanın hali başka"
Avrupa görünce bir başkalık çökecekti üzerimize.

Bu kadınların çoğu tatil mefhumundan yoksundu. Kimileri olsa olsa yazları çıkardı mahalleden. Ya memlekete, ya askeri kamplara, ya memur kamplarına, ya orta bütçeli devre mülklere... Hep aynı yerlere giderlerdi hep aynı şeyleri yapmak üzere. Tatile benzemeyen bu tatillerde, kadınlar normalden üç kat daha fazla iş yapar, yabancı yerde tanıdık bir düzen kurar, üç kat fazla yorulurdu. Yorgun dönülürdü tatillerden. Zaten o kadar meraklısı değillerdi bu gitmelerin.

Esas Türkiye'nin güneyini, kuzeyini, doğusunu, batısını değil, "dünya"yı görmek lazımdı.

8 Aralık 2010 Çarşamba

Mutsuzluk Üçgeni

Kimi zaman, insanlar arasında masum başlayan bir dialoğun nasıl bermuda şeytan üçgeni misali bir mutsuzluk üçgenine dönüştüğünü görüp hayretler içinde kalıyorum.


İşyerinde dün yaşanan bir olayda bunu bir kez daha tecrübe ettim.
Ayşe, bir süredir gece geç saatlere kadar çalıştığı için ofise öglene doğru geliyor.


Bizim ofis de malum dedikodu kazanı. Mete, Ayşe’nin gece geç saatlere kadar çalıştığından habersiz olarak sürekli işe geç geldiğini Müge’ye dert yanarak anlatıyor. “Bu Ayşe de bu aralar öğlene doğru geliyor, olacak iş değil” diyor.


Bunun üzerine iyi niyetli olan Müge; Ayşe’yi kenara çekip “Mete, her ortamda senin son günlerde işe geç geldiğini konuşuyor, dikkat et” diyor.

Gayet masumca olan bu uyarının devamı şöyle ilerliyor.

Ayşe, Mete’ye gidip “Sen benim arkamdan konuşuyormuşsun, gece geç saatlere kadar çalıştığımı bilmeden, öğlene doğru geliyor” diyormuşsun. “Bu yaptığın doğru değil” diyor.


Tabi Mete dumur oluyor ve yengeç oyunları ile “ben aslında öyle demek istemedim, şöyle demek istedim” filan diyerek lafı kıvırıyor ama olayı orada kapatmıyor, gidip Müge’ye çemkiriyor.

“Sana söylediğim şeyi neden gidip Ayşe’ye yetiştirdin, sana nasıl güvenebilirim” şeklinde Müge’nin üstüne gidiyor. Müge tabi haklı olduğuna inanıyor ve “ben Ayşe’yi uyardım, insanlar senin hakkında konuşuyor, geç gelme, geç geleceksen de haber ver ki dedikodu olmasın” dedim diyor.


Müge gidip Ayşe’ye “ben senin iyiliğin için seni uyardım, neden gidip Mete’ye yetiştirdin” diye kızıyor.

Sonuçta


Müge, Ayşe'ye kızgın, güveni sarsıldı. Mete'ye kızgın çünkü onun dedikoducu olduğunu düşünüyor.
Ayşe, Mete’Ye kızgın çünkü arkasından konuştuğunu öğrendi. Ayşe'ye kızgın değil, biraz mahcup.
Mete, Ayşe’ye kızgın, çünkü ona söylediği bişeyi hemen Müge öğrendi.


Bu 3 kişi de benim arkadaşım ve durduk yere olay kaos ve mutsuzluğa işte böyle çevrildi.

Basit konular böyle büyüyor, insanlar böyle kıl oluyor birbirine.
En iyisi sanırım istisnasız her konuda üç maymunu oynamak

1 Aralık 2010 Çarşamba

Arkadaşımın Arkadaşı Benim de Arkadaşım Mıdır?

Böyle tekerleme gibi bir başlık oldu ama ne zamandır içten içe sorduğum bir soru bu.

Genellikle farklı ortamlarda, yakın arkadaşlarımın arkadaşları ile biraraya geliyorum. Kimi zaman haftasonları buluştuğumuzda toplu hareket yapıyoruz, kimi zamansa iş yerinde molalarda takılmak durumunda kalıyorum.
Üzüntü ile itiraf ediyorum ki, bazı kişilere hiç ısınamıyorum. Sırf dostumun dostu olduğu için sevmem gerektiğini düşünmeme rağmen bir türlü kanımın kaynamadığı kişiler var. Hatta içten içe şaşırıyorum: dostum bu kişi ile nasıl yakın olabiliyor diye.
Sonuçta, benim elimde olmadan hayatıma girmiş insanlar bunlar ve sanki hep olacaklar gibi. Isınmayı çok denedim ama yok olmuyor, ısınamıyorum ve hatta bazen de kıl oluyorum :)
Buna rağmen görmek ve zaten az olan boş vaktimde rastlaşmak durumunda kalıyorum.
Yok yok bu konuya bir çözüm bulacağım, kimseyi de kırmadan :)