29 Ekim 2009 Perşembe

Dedem


Hepimizin en büyük isteği güzel bir ömür geçirmek sanırım. Hayatlarımız doğum ve ölümlerle, neşe ve kederlerle, iyi ve kötü günlerle dopdolu.

Geçtiğimiz günlerde telefonum çaldı, arayan annemdi. Önce açmak istemedim çünkü işyerindeydim ve çok işim vardı, ama telefon acı acı çalmaya devam edince mecburen açtım. Annem, dedemin vefat haberini verdi bana. O anda tek hissettiğim derin bir boşluktu. Telefonu kapattım, aynı anda bir mesaj geldi telefonuma. Bir arkadaşım küçük kızının doğum haberini veriyordu bana. İşte ölüm ve yaşam bu kadar birarada bizler için.

Dedem uzun zamandır hastaydı. Hayatının ilk 80 yılını çok sağlıklı geçirmiş, son 5 senesini ise hastalığıyla yaşamıştı. Bir açıdan bakınca çok uzun bir ömür, bir başka açıdan bakınca ise kısacık bir ömür...

Dedem istediği hayatı yaşayabildi mi bilmiyorum, bu tip konuları düşünen kimselerden degildi. Ama onu hep özel zevkleri olan biri olarak hatırlıyorum.

Çocukluğumda, anneannnem ve dedemin evlerine ait en derinden hatırladığım anılar, dedemin gözü gibi baktığı afrika menekşeleleri ve balonlarında büyük bir saksının içinde duran limon ağacıydı. Limon ağacı senede 1 tane limon verirdi ve dedem bu limonu koparıp bir süre bir kasenin içinde saklardı. Sonra ne olurdu o limona hiç hatırlamıyorum. Biz çocuklar evin içinde koştururken, menekşelere zarar gelmemesi için defalarca uyarırdı bizi. Hepimiz içten içe korkardık, ya menekşelerden birine çarpar, saksıyı yere düşürürsek diye...

Yine o günlerden hatırladığım bir başka anı ise vergi iadelerinin hesaplanma dönemleriydi. O zamanlar dedemin ne yaptığını anlamazdım ama vergi iade hesaplama dönemlerinde bir odaya kapanır, kocaman bir masanın üzerinde özenerek fişleri dizer, tek tek, inci gibi yazısıyla doldururdu formları. Yazı yazarken, o kadar bastırırdı ki, tahta masaya geçerdi bütün yazdıkları. Sonra biz çocuklar okumaya çalışırdık masadaki yazıları. Küçüktüm ve dedemin çok önemli işlerle uğraştığını sanırdım. Sanki yeni bir banka kurar gibi.

Geceleri bazen anneannemlerde kalırdım. Sabahları erkenden uyandığımda dedemin çoktan uyanmış olduğunu görürdüm. Dedemin en büyük zevki sabahları 5:30’da uyanıp Bostancı-Fenerbahçe sahil yolunda yürümekti. O yıllarda bu yol şimdiki gibi bakımlı da değildi. Dedem yürümeyi çok severdi.

Zevkleri olan, tüm yakınlarının bu zevklerden haberdar olduğu bir kişiydi. Mesela kızları ve torunları bilirdi hamsiyi çok sevdiğini. Karadenizli olduğu için sık sık eve elinde bir poşet hamsi ile gelirdi. Anneannem evde koku oluyor ve başına iş çıkıyor diye söylenirdi hamsiyi pişirmeden önce, ama hep çok güzel yemekler yapardı hamsi ile ve kurardı çilingir sofrasını. Sürekli eve gelen giden olsun, bolluk içinde yenilsin içilsin isterdi.

Karadeniz’in tereyağı çok ünlüdür. Pidelerin üzerine bolca sürülür. Dedem de tereyağını çok severdi. Ekmeğin üzerine, ekmek kadar tereyağı sürerdi ve iştahla yerdi. Çocukken içim bulanırdı, senelerce tereyağı yiyememem bu yüzdendir.
Kimseye karışmaz, kendi halinde yaşardı gençliğinde. Derin konuları düşünmez, gereksiz şeylerle sıkmazdı canını, ufak sorunları dert etmezdi kendine. Biraz çocuk ruhlu bulurduk ama torunları da kızları da karısı da severdi onu. Özünde iyi bir insandı, peyniri, hamsiyi, kadınbudu köfteyi, uzun uzun yürümeyi, deniz kenarlarını, İzmir’i, İstanbul’u, Samsun’u seven. Tabi hepsinden önemlisi, Cumhuriyet döneminin ilk gençlerinden olduğu için belki de, Atatürk’ü çok severdi.

Hastalığı süresince tek bir kez bile kendisine “Nasılsın?” dediğimde “Kötüyüm, evdeyim, canım sıkılıyor” demedi. Hep “iyiyim” dedi. Böyle diye diye geçti gitti hayatımızdan, sessizce, sorunsuzca.

Dedemin vefatı sonrasındaki günler hep onun dileği gibiydi. O kadar çok yakınımız geldi ki evine, her şey o kadar boldu ki, tam onun istediği gibiydi. Umarım o da hissetmiştir ve rahatça uyuyordur.

Hiç yorum yok: