30 Eylül 2010 Perşembe

Bu Mudur İş Hayatı??

Her yer sıra, her yer insan.

Delirivereceğim ve asansör sırasında kıyafetlerimi yırtıp yaka bağır açık hale koşacağım diye allah muhafaza korkmaya başladım.

Sabah kilometrelerce yol gidiyorum, yol önümde uzuyor, elektrik direklerini, çirkin binaları, arabaları geçiyorum, güç bela iş yerine atıyorum kendimi. O da ne, kahvaltı etmek imkansız, öyle bir sıra var ki, lanet olsun, sakin ol diyip yukarı çıkıyorum.

Öğlen 12:00 olmadan stres içinde yemek sırasına iniyoruz, bekle bekle, en sonunda 2 kap yemeğimi alıyorum ama tabi ki salata alamıyorum. Neden? Çünkü salata sırası yemek sırasından da fazla nedense. Bekleyerek içim şişiyor. İçim şişmesin diye beklemiyorum, neyse diyorum salata-yoğurt filan neyine.

Hadi bir şekilde yemeğimizi yiyoruz, ardından bir kahve, çay içmek istiyorsun. Ama yok daha neler, sıra bekleyecek bir fedakar yoksa aramızda, çay kahve içmenin imkanı yok. En iyisi çıkıp biraz dolaşalım diyoruz.
Akşamı hiç anlatmayayım: dur kalk dur kalk, yol uzun, trafik berbat, ayaklar yorgun, sabır bitmiş çünkü bütün gün bir sürü gereksiz insanla uğraşmışsın , umutsuzluk had safhada.

Şimdi ben şunu anlamıyorum, neden bu hayatı çekiyorum? Neden bu sıralarda bekliyorum?
Yıllar boyunca bu günleri yaşamak için mi okudum ben? Bunun için mi bin tane okula gittim, lisan öğrendim, çalıştım ve gerçekten çalıştım? Bu sıkıntıyı niçin yaşıyorum? Bu kadar çaresiz miyim?

Yoksa para denen kulun kölesi mi olmuşuz topluca?


Gariptir insanoğlu, neler yaratmış?
Yaratttığı her bugün, dünü aratmış
Aklı ile her şeyin sırrını bulmuş
Kendi yarattığı kulun kölesi olmuş
Ayy para, para, para,
ille de para para
Varlığı bir dert, yokluğu yara

27 Eylül 2010 Pazartesi

Film Ekimi


Ben öyle çok da fazla etkinliğe giden bir tip değilim, hep gidenlere heves ederim, bir özenti durumum vardır.

Ama İstanbul'daki film festivallerini hiç kaçırmam. Belki de şansıma bilemiyorum, hep beynime kazınan, kalbime işleyen filmler buldum bu festivallerde.

Ekim'de Film Ekimi, Şubat'da İf Bağımsız Film ve tabi Nisan'da İstanbul Film Festivali'nden mutlaka birkaç filme biletimi alırım.

Hatta son dönemde yaygınlaştığı gibi İstinye Park gibi sinemaları özellikle seçmem, Atlas, Emek gibi eski Beyoğlu sinemalarını tercih ederim.

Evet, Film Ekimi 8-14 Ekim tarihleri arasında Beyoğlu, Atlas ve Cinebonus Maçka sinemalarında biz sinemaseverlerin karşısında olacak.

Detaylar: www.iksv.org/filmekimi_2010 adresinde, biletler Biletix'de.

Gidin, görün, eğlenin.

26 Eylül 2010 Pazar

Emek

Birini veya bir şeyi sadece "öyle oldukları" için mi severiz? Hiçbir şey, hiçbir insan nedensiz sevilir mi???
Bilemiyorum, belki sevilir ama benim için bir gerçek var ki, o da sevgimin emek ile büyüdüğür.
İnsanlar çocuklarını içlerinden geldiği için seviyorlar. Kimse bu sevgiyi sorgulamıyor, çok boyutlu bir sevgi bu. Boyutlardan biri de işte o "emek". Emek harcadıkça, yoruldukça daha çok seviyorsun çocuğunu.
İşini, evini, hayatını, sevdiğin kişiyi hep harcadığın emekle doğru orantılı olarak seviyorsun, sevgin artıyor.
Ama tabi emek ile anlamsız didinmeyi kasdetmiyorum. Karşılıksız çaba ve didinme bir yere kadardır çünkü, sonu yoktur.
Böyle başı sonu belli olmayan ama anafikri emeğin önemi olan bir yazı oldu bu.
Ne de olsa işçiyim, emekçiyim.

6 Eylül 2010 Pazartesi

Sular Seller Gibi Ezberlerim


Bu aralar Merkür'ün etkisinden midir nedir, saçma sapan şeyler yaşıyorum. Bir yandan da eski günlere gidip geliyorum, o da Merkür'ün etkisinden olabilir mi :)
Öğrencilik yıllarımda nasıl olduğum aklıma geldi geçende, daha doğrusu kalabalık bir ortamda konuşurken, birden Varna Savaşı gündeme geldi ( ne alaka demeyin, konu konuyu açtı, o esnada biri de "aaa Varna Savaşı olmuştu o bölgede" dedi)

O esnada farkettim ki, Tarih demek, ezber demekmiş benim için.

Eğitim sistemi nasıl bir saçmalıkmış ve ben nasıl bir ezberciymişim. Hatırlıyorum, tarih sınavlarından önce oturur, önemli satırların altını çize çize, tekrarlaya tekrarlaya ezberlerdim. Ezberleyemeceğim kısımlar için de kopya yazardım, sinsince bakardı sınavda :)

Tabi sınav biter bitmez hemencecik unutuverirdim, bu arada Tarih notlarım da gayet iyiydi.

Ama sorsanız ne hatırlıyorsun diye: Neredeyse hiçbir şey diyebilirim.

Mesela tarih hocamız sınavda şunu sorardı: "Erzurum Kongresi'nin maddelerini yazın".

Burdan kendisini sevgiyle anıyorum da böyle soru mu???

Böyle soru sorulunca ya kopya çekersin, ya ezbere yazarsın ama bütün resmi göremezsin, hiçbir şey anlamazsın.

Sadece Tarih'i değil, ezberlenecek ne varsa hepsini ezberlerdim. Mesela Coğrafya, mesela Vatandaşlık Bilgisi, mesela Milli Güvenlik.

Bu benim suçum değildi, öğrencileri ezbere iten düzenin suçuydu.

Sonuçta ne oldu?? Ben Tarih'den nefret ettim, oysa şimdi boşluklarımı İlber Ortaylı, Turgut Özakman vs. okuyarak doldurmaya çalışıyorum ama nafile.

Oysa okul yıllarında büyük dünya resmini belletselerdi ya bize. Hikayelerle süsleyerek anlatsalar, neden-sonuç ilişkilerini anlamamızı sağlasalar ne olur?

Yok ama; biz; düşünme, sentez yapma, sonuç bulma nesli olarak yetişmedik. Ezbere dayalı öğrenim sisteminin parçası gençler olarak büyüdük. Gerçi haksızlık da etmemeyim, çok farklı hocalarımız da vardı, hatta burada M.Abhudaram'ı sevgiyle anıyorum, bize derdi ki "Ezbere bilmek, bilmek değildir." Kendisi Fransız Edebiyatı anlatırdı.

Diğer yandan içimden bir başka ses de şunu diyor: Zaten o yıllarda aklımız o kadar havadaydı ki, hoca derste hikayeler anlatsa sanki dinleyecektik, hepimiz kendi hikayemizi yaşıyorduk o dönemde, kafalar binbeşyüz.

Neyse sonuçta ben bu işlerden anlamam dedim ve mühendis oluverdim.