31 Ağustos 2010 Salı

Ege'nin İki Yakası: Çok Uzak, Fazla Yakın


Geçenlerde, Yunan vatandaşı olan ama aslen Türk bir arkadaşımla konuşuyorduk.

Yunan'lı ve Türk'ün farkları, ortak yönleri, nedir, ne değildir diye uzun uzun tartışıldı ortamda. Ben genelde sakin kaldım, konuşulanları dikkatle dinledim, herkes ne düşünüyor iyice anlayayım dedim.

Hepimiz, Yunan'lı ve Türk'ün kardeş olduğunu, aynı topraklarda yüzyıllarca birlikte yaşadıkları için aynı kültürün bir parçası olduğunu düşünüyoruz.

Hem kardeşiz, hem de kardeşimize düşmanız, bir garibiz hepimiz. Bu konu hepimiz açısından netti o gece.

Peki ya farklarımız?

Aslında çok farkımız var bu arkadaşıma göre:

Bİr kere Yunan'lı çok tembel, sırtını Avrupa Birliği'ne dayamış, yan gel yat modunda takılıyor. Devlet daireleri 14:30 dedin miydi kapanıyor ve halk yatışa geçiyor. Siesta, fiesta derken, deniz kıyısındaki şehirlerde direk plaja, yoksa da kafelere, eve, oraya buraya koşup yan gelip yatıyorlar.

Oysa biz zavallı işçi arıla olarak, Ege'nin diğer yakasında sürekli çalışıyoruz. Çalışıyoruz çalışmasına da, kazanamıyoruz ki, gelirimiz düşük, sırtımızı dayayacağımız bir Avrupa Birliği yok.

Orda halk sürekli grev halinde. Sırf grev nedeniyle geçen yıl 2.dönem üniversiteler kapalı kalmış. Çalışan hakkını arıyor, öğrenci hakkını arıyor, zengin de hakkını arıyor, fakir de. Uçaklar grevde, öğrenciler grevde, hizmet sektörü grevde.

Bizde ise grev yaşamımızın içinde değil, grev yapan kişiler hep bizden uzak, bir yerlerde yaşıyorlar.

Yunanistan'da en küçük kasabada bile halk sokağa çıkıyor, civarda bir kafe olsun, bir restoran olsun, lokal yerler mevcut. Halk dışarıda yaşamayı seviyor.

Bizde ise , ev gezmesi denen kavram çok yaygın, aileler genelde ev ziyareti yapar, sokakta buluşulmaz. Daha kapalıyız, karımız kızımız sokaklarda fazla takılmaz.

Sonra bir de adamlar zevkli kardeşim. Şunu düşündüm, ülkemizde güzel ne varsa ecnebiler yapmış. İzmir'de, Ayvalık'da, İstanbul'da güzel olan evler hep "Rum Evi" .

Güzel şeyler inşa etmeyi, temiz tutmayı biliyorlar. Yunan adalarına gidiyorsun mesela, mis gibi pırıl pırıl. Merak ediyorum, o adalar bizim olsaydı nasıl olurdu diye?

Bizim de güzel yerlerimiz var. Olmaz mı? Ama bizde genel bir bakımsızlık, bir çirkin yapılaşma var.

Farkımız şu mu acaba: Onlar Bizans'ın torunları, biz göçebe bir halkız. Ya da onları Hristiyan, biz Müslümanız.

Fakat şöyle de bir durum var: Bizde kime sorsan nerelisin diye, mutlaka kökeninde bir Makedon'luk, Bulgarlık, Yunan'lık , bir avrupailik bulursun. Yani tam anlayamadım bu yaşamda Türk kime denir? Sanırım sosyoloji, tarih konularında zayıfım, o ayrı.

Tam da şu anda Türkiye- Yunanistan basket maçı var.

Hadi bakalım ...

29 Ağustos 2010 Pazar

Planlar, planlar, planlar

"Bir sonraki adımı düşünmeden geçirdiğin tek bir zaman dilimi dahi var mı?" diye sordu beni en yakından tanıyan dostum.

O sorudan sonra, benim hep bir sonraki adımı düşünerek geçen zamanım masaya yattı. O bir şey dedi, ben bir şey dedim, bir kez daha farkettim, kafamda hep planlar, programlar, bir sonraki aşamada ne olacaklar...

Ben de istiyorum sonrayı düşünmeden savrulmayı, ben de istiyorum planların olmadığı bir beyne sahip olmayı.

Sarhoşken pek bir güzel savrulurum, hatta biraz da fazla savrulurum. Ama diğer zamanlarımda hep kafamda programlar, düzenlemeler, plan kırıntıları gider gider gelir.

Böyle olduğum için sistematik ve düzenli yaşarım, başıma beklenmedik saçmalıklar gelmez. İşimi de çok iyi yaparım, çünkü işim planlamaktır benim.

Yine böyle olduğum için bilinmezlikten korkarım, gerilirim, sürüklenmek istemem.

Eşimse bayılır plansızlığa, böyle bir denge tutturmuş gider geliriz senelerdir.
Onu tanıdıktan sonra farkettim bu huyumu, bir yandan avantaj olarak görürken, diğer yandan da büyük sıkıntı olarak görüyorum son zamanlarda.

Değişmeye çalışıyorum, suyu akışına bırakmaya çalışıyorum, sakinleşmeye çalışıyorum.

19 Ağustos 2010 Perşembe

Sevmek ve Diğerleri


Bu ara ayrılmalara takmış durumdayım sanırım. Çevremde sık sık bir ayrılma haberi duyar oldum. Her duyduğum haberde ayrı üzülüyorum, sanki ayrılan benmişim gibi, içim buruluyor.

Herkes mutlu olsun istiyorum galiba, sevgi kelebeği miyim :)

Değilim de, durum değişiklikleri bana göre değil pek. Radikal kararlar veren insanlara şaşırmam ve bu insanları bu duruma iten nedenleri düşünmem, işte tam da bu yüzden.

Eski insanlara bakıyorum (böyle denir ya), mutsuz da olsalar, mevcut hayatlarını bir şekilde daim ettirmişler, başka çareleri olmadığından olsa gerek, "o insanı" bir ömür boyu çekmişler.

Anneannem ve dedem çok mu mutluydu? Anneannem, dedeme pek o kadar da bayılmazdı ama ayrılmayı da hiç düşünmediğine eminim. Bunun gibi birçok örnek var o dönemin hayatlarında.

Şimdiyse, kadınlar daha güçlü, tarafların tahammül limitleri düşük, fedakarlık yapmak istemiyorlar. Çoğu insan mecbur olduğu için "idare etmeyi" istemiyor. Zaten özünde bakarsanız evlilik / sadakat / fedakarlık gibi kavramlar insan doğasına ters ve gücü olan yeni nesil insanları daha kolay gidiyor.

Bir bakıma haklılar da, hayat kısa ve o hayatı huzur içinde yaşamak bir o kadar önemli, o zaman bir insana adanmak niye? Bir defter kapanır, yenisi açılır.

Bir diğer açıdan bakacak olursak, sevgi devam ettiği müddetçe, evlilik içten gelerek devam eder, fedakarlık yapmaktan gocunmazsın, sadık olmaksa zaten doğal olarak gelir.

O zaman kafamda şu soru oluşuyor: Yeni neslin güçlü insanları, gücü bulunca sevgiyi kolay mı kaybeder oluyor?? Eğer öyleyse o zaman ayrılmak yine saçma, çünkü aynı şekilde bulunan bir başka sevgi de aynı hızda kaybedilebilir. Sonuç şu oluyor: tüketim toplumu olmuşuz, herbir şeyi hızla tüketiyoruz.

Ayrılık ve Ötesi


Bana sorsan çok uyumlu bir çift, ortak zevkleri, arkadaşları var.

Birlikte olduğumuz onca zaman içinde birbirlerine bağırdıklarını, saygısızlık yaptıklarını hiç duymadım. Uzun zamandır evliler, artık öyle bir hal almış ki, sanki gözümde ikisi bir bütün.

Çocukları yok evet, ama bu zamanda çok duyuyorum çocuk istemeyen evli çiftleri, zaten çocuk işi akıl işi değil kimine göre, hak da veriyorum bir açıdan.

Geçenlerde telefonum çalıyor, açıyorum, esas kız arıyor, biraz havadan sudan konuştuktan sonra aniden diyor ki "biz ayrılıyoruz, o evden ayrıldı".

Bir an donup kalıyorum, ne desem ki , "hayırlısı olsun" mu desem "çok üzüldüm" mü desem?

Her şey bir saçma, en sonunda içimden geleni söylüyorum "çok şaşırdım".

Gerçekten çok şaşırıyorum, bana göre hiç ayrılmayacak bir çift. Ama yok işte, ayrılıyorlar.
Her ikisini de ayrı ayrı severim, nolucak ki şimdi? İkisiyle görüşsen bir türlü, görüşmesen başka türlü, bilemiyorum davranış şeklimi? Öyle kaldım.

Sonra ortak arkadaşlarımıza veriyolar bu haberi yavaş yavaş .

Öğrenenler şaşırmıyor, onların ayrı dünyaları olduğunu, çok farklı olduklarını, özlerinde uyumsuz olduklarını söylüyor herkes.

O zaman durup düşünüyorum, ben mi görememişim gerçeği? Zaten tüm sinyaller bu ayrılığı işaret ediyormuş da benim mi gözlerim böylesine körmüş? Acaba çevremdeki kişileri nasıl görmek istersem öyle mi görüyorum? Objektif mi değilmişim ki bir ben bu kadar şaşırmışım?

Kimbilir ne zor günler geçiriyorlar, kolay mı 9 senelik evliliği bitirmek?

Fi tarihinde bir yazı yazmıştı Ece Temelkuran, hiç unutmamışım, demişti ki "birini bırakmıyorsun ki bıraktığında, kendinin onunla tanımlanmış halini de bırakıyorsun aslında. Kendinin o kabuğunu bırakmak kolay mı?"

Kolay değil elbet, eminim ki berbat bir dönem onlar açısından, ikisi içinde ayrı ayrı üzülüyorum, umarım diyorum yeniden kurarlar hayatlarını, mutsuz bir yaşamı sürdürmek çok daha yıpratıcı çünkü.

13 Ağustos 2010 Cuma

Yandım Yandım


Bu sıcaklar ve nem içimi yedi, tüketti.

Sonbahar geldiğinde, sabah serinliğini içime çekeceğim, taptaze havada kendime geleceğim.

Kış geldiğinde "çokk üşüyorum, dondum, hemen yaz gelsin" demeyeceğim.

Oh ne güzel eldiven, atkı, şapka, şemsiye dörtlüsü ile mutlu mesut yaşayacağım. Sarıp sarmalanıp gezeceğim.

Soğuk iyidir, soğuk candır, kandır, sağlıktır.

Sıcaklar bitirdi bu sene beni, beynim sulandı, düşünemez oldum.
Neyse ki işe başladım, 24 derece oda sıcaklığında arada üşüyerek yaşıyorum, koşarak evde klimanın önüne atıyorum kendimi.

Bu yılın en doğru yatırımı klima olmuş, onu anladım.

Onu anladım anlamasına ama bu yazdan pek de bir şey anlamadım :)

3 Ağustos 2010 Salı

Eski Tas Eski Hamam


Amann, ne bekliyordum bilmiyorum. Bir değişiklik beklediğimi sanmıyordum ama işyerine gidince her şeyin aynı olduğunu görmek beni hayal kırıklığına uğrattı. Hala da kendime gelebilmiş değilim.

Nedense işe gidince neşe çığlıkları savuracağım günler geçireceğimi sanmıştım.

Tamam ilk gün gittim, herkeste bir heyecan, hoşgeldin kutlamaları filan. Pek bir memnun oldum.

Sonra yavaş yavaş işlere giriştim ve bir baktım ki hep aynı şeyler, hep aynı noktadayız.

Keşke başka işlerle uğraşsaydım ama yine çalıştığım konular aynı, beni arayan insanlar aynı, sorunlar aynı.

Değişiklik istiyorum ben, sıkıldım hep aynı şeylerden. Demotiveyim bu nedenle. Şartları değiştiremedikten sonra, elindekiyle mutlu olabilmeli insan. Bunu biliyorum ama içten içe sıkılıyorum da. Bir işim olduğu için şanslıyım da biraz yenilik olsaydı be kardeşim. Birkaç heyecan verici proje filan başlasaydı bari.

İyi ki operasyonel bir bölümde filan çalışmıyorum diye kendimi avutayıp, kıçımı kırıp yerimde oturmaya devam edeyim en iyisi.