31 Mart 2010 Çarşamba

Sıfır Kilometre Bir İnsan


Yeni bir yaşam başladı geçtiğimiz hafta.

Her gün yüzlercesi doğan bebeklerin en anlamlısı, en değerlisi evimize geldi.

Minicik ağzını büzüyor, sonra gülümseme hareketi yapıyor, ağlıyor ama gözlerinden yaş gelmiyor, sadece bağırıyor.
Tek sahip olduğu beceri, emmek.
Hiçbir şey bilmiyor hayata dair. Temel ihtiyaçlarını karşılayamayacak durumda.
Küçücük, savunmasız, masum, bize muhtaç.
Tüm çevresinden iyi-kötü, doğru-yanlış yepyeni şeyler öğrenecek her geçen gün.
Ona her şeyin en iyisini öğretmek isteyeceğiz. Kimi zaman yapabileceğiz, kimi zamansa yapamayacağız çünkü biz de bilmiyor olacağız.
Onu hep korumak isteyeceğiz ama koruyamacağız.
Kendini koruyabilmesi için onu hayata alıştıracağız.
Ne olursa olsun hep seveceğiz.

Diliyorum ki;

Kendi ile barışık bir insan olsun.
Başına ne gelirse gelsin olumlu kalabilmeyi başarabilsin.
Kendine güvenli bir birey olsun ancak egosu yüksek olanlardan olmasın.
Kimseye karışmadan kendi kurduğu yaşamı yaşasın.
Dürüst bir insan olsun,
Her şeyden önemli şanslı olsun.
Dünyamıza hoşgeldin sıfır kilometre minik bebeğim...



20 Mart 2010 Cumartesi

Kendini İfade Edebilmek

Kendini ifade edebilmek ne kadar basit bir şeymiş gibi geliyor kulağa.

"Ne var ki bunda, konuşmaya başladığımız andan itibaren rahatlıkla kendimizi ifade edebiliyoruz" diye düşünebilirsiniz.

Ancak ben buna tam olarak katılmıyorum, çünkü önemli olan kendimizi doğru ifade edebilmemiz ve bu bence herkesin sahip olduğu bir özellik değil.

İş ve özel hayatımda ilişkilerinde çeşitli sorunlar yaşayan kişileri incelediğimde hepsinin ortak özelliğinin kendisini iyi ifade edememek, söylemek istediğini doğru kelimelerle söyleyememek olduğunu görüyorum.

Söylemek istediğimiz bir şeyi doğru kelimeler ile söyleyip, gerçekten vermek istediğimiz mesajı verebilmek ne kadar önemli. Bunu yapamadığımız zaman bir çuval inciri berbat edebiliyoruz ne yazık ki.

Mesela; işyerinde bir konuda tartışılıyor ve bir kişinin de iyi bir fikri var. Bu kişi fikrinin kabul edilmesi için öyle kelimeler seçiyor ki diğer tartışmacılar tarafından "baskıcı, korkutucu, zorba" tarzında adlandırılıyor. Oysa fikri doğru ancak bunu ifade edişi yanlış.
Ya da, patronundan bir talepte bulunması gerekiyor ama bunu öyle bir yapıyor, patronu talebini yapacağı varsa da yapmaz duruma geliyor.
Veya, yaptığı bir hatayı savunması gerekiyor, ancak o kadar yanlış kelimeler seçiyor, daha da hatalı duruma düşüyor.

Peki, kendini iyi ifade etmek için kişide hangi özelliklerin olması lazım? İçten gelen bir şey mi, yoksa sonradan kazanılabilir bir özellik mi? Sonradan kazanılabilecek bir özellik olduğunu düşünüyorum.

Çevremde böyle insanlar görünce sorunlarını çok iyi belirliyorum ama yardım edemiyorum çünkü bu konuda iyi olduğumu düşünsem de onlara ne demem gerektiğini bilmiyorum.

19 Mart 2010 Cuma

Beklemekle Beklememek Arasında


Bugünlerde beklemek ve beklememek arasında gidip geliyorum.

Yeni bir insanın dünyaya gelişini bekliyorum, hareketlerim nispeten kısıtlı, uzak yerlere gidemiyorum, gönlümce gezemiyorum, bir an önce gelsin istiyorum.

Ama sonra diyorum ki "o geldikten sonra yorucu günler başlayacak, bu günlerinin tadını çıkar işte, ne güzel". Sonra beklememeye başlıyorum. Sonra bu döngü devam ediyor.

Bütün bu karışık duruma rağmen günler geçiyor. Hiçbir şey yapmasan da yine de hızlı geçiyor günler.

3 haftadır evdeyim, 3 hafta boyunca kitap okumak, gezmek ve internette takılmak dışında bir şey yapmadım.
Oysa işim için faydalı bazı araştırmalar filan yapabilirim sanıyordum, elim o konulara hiç gitmedi bile.

Zamanın geçişini sessizce izliyorum, işyerindeyken hiç anlamazdım, şimdi ise zaman yine geçiyor ve her anı farkediyorum.

Hem bekliyorum, hem de beklemiyorum. Bazen her şey puslu gibi, bazense çok net.

En harikası da hava güzelleşti, pırıl pırıl güneşli böyle bir günde Cafe Nero'da olacağımı biliyorum, bununla yetiniyorum şu anda.

Şunu biliyorum: Her bekleyişin bir sonu var, er ya da geç...

17 Mart 2010 Çarşamba

Yeni Bir Mim Heyecanı


Sanat Notları blog'unun sahibi, pek değerli yazılarıyla bize yeni açılımlar sunan sevgili Sinem beni mimlemiş.
Mim'imizin konusu "2009 yılının neden iyi geçtiğine dair 5 maddenin belirlenmesi".

2009 senesi benim için güzel bir yıldı, genel anlamda mutlu geçirdim, bu nedenle de şanslıyım ki 5 madde bulmak zor olmayacak.

2009 güzel bir yıldı çünkü;

1- Temmuz ayında anne olacağımı öğrendim, ve bugünlerde minik bebeğimizin doğmasına çok çok az kaldı,

2- İlk defa kendi arabam oldu,

3- Çok güzel tatillere gittim, çok içip çok eğlendim ve çok güzel şeyler yedim (özellikle hamile kalana kadar :) )

4- Kendimde sevmediğim bazı özelliklerime yönelip bunlarda ilerleme kaydettim,

5- İş yerimin evime yakın bir yere taşınması sayesinde kendime ayırdığım zaman arttı.


Umarım 2010 senesi hepimiz için iyi geçer, güzel anılarla tamamlarız bu yılı da.
Herkese sevgilerimle

14 Mart 2010 Pazar

Kardeşlik



Toplum olarak, insanların özel hayatına yönelik sorular sormayı çok severiz.


Biriyle çıkmaya başladığınızda ve hafif ciddi takılıyorsanız (ne demekse ??), hani ailesiyle filan tanıştıysanız mesela, hemen "ee ne zaman nişanlanıyorsunuz?" sorusu gelir.


Diyelim nişanı yaptınız ya da sözü kestiniz, bu kez de "ee düğün ne zaman?" diye sorulur.


Evlendikten bir süre sonra ise "çocuk düşünüyor musunuz?" diye soran birileri mutlaka çıkar.


Sonra hamile kalırsınız.


Buraya kadar bile yeterince sıkıntılı sorulara bir şekilde cevap verip yaşadıysanız da işte bu son soru sizi bitirir: "Eee ikinci çocuğu düşünüyor musunuz?"


Bu son zamanlarda çeşitli yaşlı aile fertleri tarafından bu soruya maruz kalıyorum ve o kadar sinirleniyorum ki. Bu durumda genelde muhatap olmuyorum ama kimi zaman "ben zaten sevmem çocukları, hayırlısı ile bir tanesi olsun da, sonra bakarız" filan diyorum.


Daha birinci çocuğumu doğurmamışım, hemen şunu ekliyorlar "aman aman tek çocuk çok az, hayatta yalnız kalır, ilkini hele bir ortaya çıkar da, hemen 2.yi yapın, insanın zor günlerinde sırtını dayayacağı bir kardeşi olması çok önemli"


Peki kardeş gerçekten insanın zor zamanlarında sırtını dayayacağı bir kişi midir?


İnsanın bir kardeşinin olması hayatta her zaman kendisine destek midir?


Bu soruya ne yazık ki hiç düşünmeden "evet" diyemeyeceğim.


Benim de bir kardeşim var ve aramız çok iyi, şanslıyım ki yakınız ama kardeşlik ilişkileri her zaman böyle değil bence.


Çevremde görüyorum, kimi zaman insanın kardeşi olması kendisine destek değil de köstek oluyor. Hayatında sürekli taşıyacağı bir yük olabiliyor. Aile içinde huzursuzluğa neden oluyor. Özellikle de ne yazık ki kardeşler evlenip de aile genişledikten sonra sorunlar artıyor. Miras sorunları yaşanıyor vs.


Son zamanlarda okuduğum Sadakat isimli romandaki esas kızın baş düşmanı neden kardeşi oluyor? Ya da Alice Harikalar Diyarı'nda neden prenses kardeşler düşman oluyor birbirine?


İnsanların birden fazla çocuğu olabilir, birçok da olabilir ama çok çocuk yetiştirmek isteme nedenimiz "hayatta destek" olmamalı. Ne bileyim çocukları sevdiği, eve neşe getirdiği, bir insan yetiştirmenin yarattığı tatmin vs gibi nedenlerle çocukları olmalı insanın.


Yoksa ben tek çocukların da paylaşımcı, bencil olmayan ve yalnız olmayan kişiler olduğunu düşünüyorum.


Kendi hayatımla ilgili olarak da çoğu zaman olduğu gibi bu kez de kesin yargılarım yok, zaman insanları farklı düşünce ve davranışlara yönlendiriyor çünkü

11 Mart 2010 Perşembe

Başarının Anahtarı


Başarı nedir? Sübjektif bir kavram, herkes için değişir biliyorum. Ama hepimiz tarafından kabul görmüş bazı başarı/başarısızlık kriterleri var yine de...

Sınıfta ilk 5-10 arasında yer almak, düzenli olarak teşekkür/ takdir almak, öğretmenler tarafından sevilmek, en iyi olmasa bile iyi bir öğrenci olmak;

İş yaşamında ise yaşıtlarından önce terfi etmek, beklenenden daha üst bir pozisyonda olmak, aynı eğitimi almış arkadaşlarından daha çok kazanmak, iş ortamında sorun yaşamadan herkesle bir şekilde iyi geçinebilmek vs. başarı olarak tanımlanabilir.

Bu son zamanlarda farkediyorum ki okul döneminde başarılı olarak nitelendirilen bir çok kişi iş yaşamında sıradan noktalarda ilerlemeye çalışıyor.

Beni en çok şaşırtan ise, özellikle lise döneminde güç bela sınıf geçmiş, her sene birkaç dersten bütünlemeye kalmış, orta karar bir üniversiteye girebilmiş bazı arkadaşlarımın iş yaşamındaki önlenemez yükselişleri :)

Kendileri adına sevinmekle beraber gözlerime inanamıyorum desem yeridir. Geçenlerde lisede son derece tembel ve kötü bir öğrenci olan bir arkadaşımın çok büyük bir firmada direktör olduğunu bir gazetede verdiği demeç ile öğrenmiş bulunuyorum. Bu arada kendisi 31 yaşında.

10 sene önce "bu çocuk ne olur?" diye bana sorsalardı "Bir halt olmaz, muhtemelen işsiz olur" derdim.

Aynı şekilde, tüm üniversite boyunca farklı insanlardan çektiği kopyalarla mezun olmuş bir arkadaşımın iyi şirketlerde, iyi pozisyonlarda çalıştığını görmek de şaşırtıyor beni. Kendisi o kadar uyanıktı ki, sınavlarda hep farklı insanların arkasına otururdu, böylelikle hocaların gözünde "kopyacı ikili" şeklinde bir etiketlenme yaşamazdı. Örneğin ben, hep aynı arkadaşım ile önlü arkalı oturduğum için bir süre sonra hocalar sınav başlamadan ikimizin yerini değiştirmeye başladılar :)

Zamanında yapmış olduğum tespitlerin hatalı olduğunu gördükçe şaşırıyorum ve görüyorum ki iş hayatı, çok farklı bir ortam; şans, ilişkiler, doğru zamanda doğru yerde olmak başarının anahtarı olarak görünüyor.

Sonuçta başarı da boş kavram, önemli olan mutlu, huzurlu bir ortamda çalışmak diyerek yazımı bitiriyorum :)

10 Mart 2010 Çarşamba

Kitapların Tadı


Bazı dönemlerde elime kitap almak gelmiyor. İçimden hiçbir şey okumak gelmiyor, öyle bomboş takılmak istiyorum, kitaplara konsantre olamıyorum.

Sonra birdenbire kitap deliliğim tutuyor, elimde her an bir kitap ile dolaşıp, sürekli bir şeyler okuyorum. Bu son zamanları bu şekilde geçiriyorum. Ama bu kez de peşpeşe ve merakla okumaktan ötürü bitirdiğim bir kitabın üzerinde düşünemeden yenisine başlıyorum, çok acıkıp da yemeğe oturunca yediğinin tadını almadan lokmaları ağzına tıkmak gibi.

Neleri okudum son günlerde? Bu vesile ile okuduğum kitapları anmak istiyorum, kitap değerlendirmesi yapmayacağım.


  • Paul Auster - New York Üçlemesi : Bu kitabı çok beğendim, Paul Auster'in ilk romanı. Sonra gidip son romanını da aldım.

  • Paul Auster - Görünmeyen: Buna da bayıldım. Hafif içe dönük yazıyor, çok sevdim, hemen gidip başka romanlarını da aldım.

  • İnci Aral - Sadakat: Favori yazarımın son kitabını alıp hızlıca okudum ve tabi ki çok beğendim.

  • Murathan Mungan - Yüksek Topuklar: Gecikmiş bir okuma oldu, olsun. Murathan Mungan'ı zaten seviyorum, harika tespitleri var, gerçi kitapta bazı yerleri çok uzun bulduğum oldu, bir de kalın bir kitap olduğu için yanımda taşıyamadım.


Sonuçta son zamanlarda hep iyi kitaplar seçmişim, pek memnunum halimden.

Şimdi önümde okunmayı bekleyen başka kitaplar var, siz blogger'ların tavsiyesi olan kitaplar çoğunlukta diyebilirim.

9 Mart 2010 Salı

Doğuştan Yönetici


Özünde iyi ve düzgün bir insan ama kendisi için üzülüyorum. Hayat "olması gerektiği gibi" yaşanmalı onun için.

Herkesi yönetmeyi çok seviyor. Çevresinden beklentisi yüksek, büyükler düzenli aralıklarla ziyaret edilmeli, bayramlarda mutlaka aranmalı, mesafeler uzak olsa da görüşülmeli.

Bunu sağlamak için aralıksız sitem edebilir. Yakınlarını kontrol altında tutması gerekiyor. Keşke şansı olsaymış da bir şirkette yönetici olabilseymiş. Tüm ekibi kontrol altında tutabilir, insanlar arasındaki politik ilişkileri yönetebilirmiş. Ama hayat garip ve ne yazık ki adil değil, çünkü en yakınlarını yönetemiyor. Onlar karşısında çaresiz ve aciz, küçük çemberinin dışındaysa gerçek bir "kontrolcü" ve "sitemkar".

Sitemi sevmiyorum, sitem eden insanlardan uzak durmak istiyorum ve soğuyorum. Eskiden sessiz kalır ve sıkıntımı dile getiremezdim. Son zamanlarda kendimi geliştirdim, sitem duyduğumda gereken cevabı vermeye çalışıyorum. "Ne zamandır aramadın?" , "Geçende hasta olduğumu söylemiştim, bir arayıp nasıl olduğumu sormadın" tadında cümleler beni geriyor, çok rahatsız ediyor. Kimseden bir beklentim yok, bana yapılanların gerçekten istendiği için yapılmasını istiyorum, karşılık beklenmesi hoşuma gitmiyor, ben de kimseden karşılık beklemiyorum.

Hayatımız koşturmaca içinde geçiyor, rahat olmak, rahatlıkla iletişim kurulabilecek ilişkiler içine girmek istiyorum. En eğlendiğim zamanlar "beklenti olmadan" gidilen yerler, en sevdiğim kişiler "benden bir şey beklemeyenler". Zaten beklentinin olmadığı yerde sağlam dostluklar var, oradan besleniyorlar.

6 Mart 2010 Cumartesi

Sevda Çiçeği




Facebook'da Fikret Kızılok'un seslendirdiği versiyonunu yüklemiş bir arkadaşım.
Bence bu şarkıyı, Mor ve Ötesi daha güzel seslendirdi , sözü müziği Fikret Kızılok'a ait olmasına rağmen.
Ne güzel bir şarkı, birden aklıma düştü.


Sessiz sedasız açardın gecelerde
Kimse bilemez göremez kuytularda
Sonsuz ve dipsiz sevdalarda duygularda
Sakin kimsesiz ve sahipsiz uykularımda
Şimdi artık seni koklar yalnızlığım
Seni arar seni sorar sevda çiçeğim

3 Mart 2010 Çarşamba

Bazıları İçin Aşk Saplantı Mıdır?


Her insan kendine özel, bir diğerinden farklı...

Bu nedenle yaşanan aşklar da her seferinde kendine özgü ve diğerlerinden farklı.

Aşkta, kimimiz daha kararlı ve prensip sahibiyiz. Kimimiz ise daha tutkulu olduğu için mi tam emin olamıyorum ama, daha saplantılıyız.

Şu anda okumakta olduğum İnci Aral'ın Sadakat isimli son kitabı nedeniyle birkaç gündür düşünüyorum, arkadaşlarımla ve kendimle kıyaslamalar yapıyorum.

Kimimiz, birine aşık olunca o kişiden tam olarak karşılığını görmese bile, içinde hep bir yitiklik, emin olamama ve eksiklik hissetse bile kendini kandırıp "olumlu sinyaller" arıyor.
Olumlu sinyali bulduğuna emin olarak bir süre idare ediyor, sonra olan bir olay, söylenen bir söz ve yapılan bir hareket yine umutsuzluğa itiyor böylelerini. Yeni kararlar alıyor, kesin uygulayacağına emin olduğu kararlar... Sonra aşık olduğu kişiden yine bir sinyal alıyor ve umutlu aşkına yeniden başlıyor. İlişki bitse de umudu uzun süre sürüyor, saplanıp kalıyor, sağlıksız bir süreç yaşıyor.
Vazgeçemiyor, taa ki yeni biri ile karşılaşana kadar.

Kimileri ise daha gururlu belki, gerçeği görüyor ve gerekirse "bağrına taş basarak" gidiyor, geri de dönmüyor. Bu kişiler hakkında çok yorum yapamıyorum çünkü benim daha iyi anladığım ilk gruptaki kişiler oldu hep...

2 Mart 2010 Salı

Yol Sokak İnsan Dolu


Çevremi ve dışarıdaki hayatı inceledim tüm gün boyunca.

Mahalle diye adlandırılan sokak aralarında sabahları ev kadınları bakkal-manav gibi dükkanların arasında mekik dokuyor, kuru temizlemeciye uğrayıp kocalarının takımlarını alıyorlar.

Bağdat Caddesinde, bebek arabaları içinde 0-3 yaş arası çocukları gezdiren bakıcı, anneanne ve banaanneler dolanıyor.Kafelerde yaşlı teyzeler çah-kahve içiyor, eşi dostu ile laflıyor. Çalışmayan anneler çocuklarını ellerinden tutmuş gezdiriyor.

Otobüs duraklarında yaşlılar ve öğrenciler bekliyor, gelen otobüse çılgınca saldırıp yer bulmaya çalışıyorlar.

Boğazdaki hoş kafelerden birinde çalışmayan kadınlar uzun bir masada öğle yemeği yiyor, muhtemelen dedikodu yapıyor. Öğle saatlerinde kafeye öğle tatilindekiler uğruyor. İş adamı tadında şık erkekler laptop'larına bakarken çay-kahve içiyorlar. Genç kızlar dışarda oturup yoldan geçenleri kesiyor.

Boğaza nazır bir parkta sosyetikler çocuklarını gezdiriyor, salıncakta sallıyor.

Her yer dolu, her yer kalabalık, herkes geziyor.

Kim çalışıyor bu ülkede anlayamadım ben :)