24 Nisan 2011 Pazar

Doğum

Aradan 13 ay geçti, minnak yavrumu kucağıma alalı. Ancak doğum sürecini unuttum ve yazacak kadar uzaklaştım.
Bundan 13 ay önceye geri dönüyorum.
Hamileliğim çok rahat geçti, normal doğum için her şey uygun görünüyordu. 13 kilo almıştım, hiç unutmam, sonra hafta 67 kiloydum. Normal doğum yapmayı deli gibi istiyordum.
40.haftanın sonunda, bebeğim baş aşağı durmasına rağmen, doğum kanalına girmemişti. Her 2 günde bir doktora gider olmuştum artık, 40+3.gün yeniden bir ultrason yapıldı ve doktorum plasentanın sıvısının azaldığını, ertesi gün doğuma gelmemi söyledi.
Plan şuydu: 3 saat kadar suni sancı verilecek ve normal doğumun başlaması için uğraşacaktık. Doğum başlarsa ne ala. Ama yok başlamazsa, sezaryene alacaktı doktor. OK dedim, mutabık kaldık :)
O son geceyi hiç unutamam. Üniversite sınavına gireceğim günün öncesindeki geceden daha heyecanlıydım.
Tabi cümle aleme haber verdik, hastaneye gidicez, bıkbıkbık diye.
23 Mart Salı sabahı saat 09:00 itibariyle suni sancı verilmeye başlandı. Böyle damardan verilen serum gibi bir şey.
Tabi bende hafif bir makyaj, saçlar fönlü falan. Amaç: fotolarda mümkün olduğunca güzel çıkmak.
Allah beni kahretmiye, ne komik düşüncelerim varmış.
3 saat suni sancı verildi.Bende tık yok, resmen sancı başlamadı. Doktor geldi, 2 saat daha verelim, doğum başlamazsa sezaryene alacağız, böyle çok uzun sürer dedi.
2 saat daha geçti, sancılar çok hafif başladı ama yeterince degil. Saat 14:00'e doktorum geldi ve hep birlikte sezaryene karar verdik çünkü doğum başlamadı.
Saat 15:00'de ameliyata aldılar beni, kalbim güm güm nasıl çarpıyordu, şimdi bile hatırlıyorum o hissi. Anestezi verilmeden önce aklımdan son şu geçti "anamm bu anestezi uzmanı doktor da pek taşmış, mübarek".
15:02'de çipil gözlüm doğmuş. Beni 15:45'de odaya getirdiler.
Canım çok yanıyordu, ve inanır mısınız bebemi görmek istemedim, "getirmeyin henüz, çok kötüyüm" diyip durdum. Ama getirdiler, çünkü bebenin doğumun hemen sonrasında o kolozyum denen hayati sıvıyı içmesi gerekirmiş.
Bebemi odaya getirdiler, bir baktım sadece 3 kilo. Aniden çok üzüldüm, "bu çok küçük" diyip durdum, oysa ultrasonda en son 3,3 kg görünüyordu. Öyle tatlı öyle küçüktü ki, siyah saçları, minicik elleri ve uzamış tırnakları vardı. Hiç huysuzluk yapmadı, ilk gün bile çok uyumluydu.
Mis gibi bebem, öyle gayretliydi ki. İlk emzirme çok önemliymiş, hemşireler yardım etti, annem, ananem, eşim, kaynanam filan, hepsi de seyretti. Ben de öyle mal gibi durdum.
Sezaryen sonrasında, ilk kez ayağa kalmak zormuş, tuvalete gitmek daha da zormuş. Bir an önce o hastaneden çıkıp eve gitmek istedim, sırf bu nedenle sünnet bile yaptırmadık çünkü fazladan 1 gece daha kalmamız gerekiyordu.
Sonra ne mi oldu? Her şey geçiyor, yorgunluklar, uykusuzluklar, emzirme süreçleri. Her şey geçerken, bebe büyüyor, dünyalar tatlısı bir can parçası oluyor ve senin kalbinin bir köşesine silinmemek üzere kazınıyor.

3 Nisan 2011 Pazar

Yavuz Hocam

Benim üniversiteye hazırlandığım yıllarda acayip bir özel ders furyası vardı.
Dersaneye gittiğimiz yetmediği gibi, bir de Matematik-Fizik-Kimya-Biyoloji ve hatta gerekirse Türkçe veya Tarih'den bile özel ders alanımız vardı. Nası korkunç bir sektör.

Neyse, ben Fizik ve Biyolojiden özel ders alıyordum, ve tabi dersaneye gidiyordum. Gören de sanacak ki Türkiye derecesi yapacağım :)
Matematik ve Kimya'da çok iyiydim ama digerlerinde rezalettim. Bu arada Fen-Matematik öğrencisiydim ve mühendis olmak istemekteydim.

Fizik dersi aldığım Yavuz hocam, son günlerde o kadar çok aklıma geliyorsunuz ki, size mail attım az önce.
Sizin hakkınızı hiç ödeyemem.
Neden olduğunu anlatayım :
Bir kere bizim okulda eğitim tamamen fransızcaydı. Fizik dersi de Fransız sistemine göre işletilirdi ve hocalar o dönemde asla test sistemi ile ilgilenmezdi. Böyle derse gelirler ve garip garip teorik bişeyler filan anlatırlardı, yemin ederim hiç anlamazdım ama inek olduğum için iyi not alırdım.

Neyse Lise 2'de dersaneye başlayınca gördüm ki ben hiçbir şey bilmiyorum, Fizik'de 3-5 doğru ancak yapıyorum çünkü o güne kadar hiç görmemişim test tekniği filan.
Lise 2 öyle geçti. Lise sona geçince mecburen Fizik dersi almam gerekti. Tabi bu işin bir piyasası var ve piyasada da meşhur hocalar var. En meşhuru de Yavuz Hoca.
Gittik kapısını çaldık. Ders ücretini öğrendik, o zamanın parası ile 7 milyon.
Bizim maddi durum zaten rezalet, güç bela yaşıyoruz. Annem Yavuz Hoca ile konuştu, bu çocuk çok başarılı ve babası yok, ben zor okutuyorum özel okulda filan dedi ve Yavuz Hoca tüm yıl boyunca benden sadece 4 milyon aldı.
Öyle iyi bir insan ki, görseniz kapısı para basıyor. Hiçbir mecburiyeti yoktu o indirimi yapmaya, sağolsun.
Özel derslere başladık, 5 kişilik gruplar halinde alıyorduk dersleri, 2-3 ay içinde Fiziğim o kadar ilerledi ki, ben bile şaşırdım kaldım. Sonuçta ÖSS'de Fizikten full çektim, ÖYS'de de 25 soruda 2 boş ve 1 yanlışım vardı sadece. İyi denen bir okulu kazandım, bitirdim ve maaşlı memur oldum. Bundan sonraki kısım gayet sıradan :)
Bu son günlerde yaşlandığım için midir nedir, hem aklıma geliyor eskiler: Yavuz Hocam, siz çok iyi bir insan,  komik ve pratik bir öğretmendiniz. Umarım mutlu bir ömür geçirmişsinizdir.

31 Mart 2011 Perşembe

Ben Her Bahar Aşık Olurum

Ne güzel şarkıdır bu ! Çok sevdiğim Serseri Mayınlar filminin sonunda çalmıştı.

Bak şimdi birden aklıma geldi.

Bu bahar döneminde kafayı yiyorum ben. Üzerimde nasıl bir tembellik, nasıl bir ağırlık var tarif edemem.

Böyle bütün gün boş durmak istiyorum, çalışasım yok. İşleri mümkün olduğunca savsaklamaya çalışıyorum, ancak mecbur olduklarımı yapıyorum.

Sabahları kalkasım yok yataktan, sersem gibi fırlıyorum zorla, kahve içmeden kendime gelemiyorum.

Doğaya, hayvanlara, insanlara, her şeylere aşık olasım var, yeniden doğasım var, ölesim var.

Her şey aynı anda var.
Bahar var, umut var :)

14 Mart 2011 Pazartesi

Sanıyor Musun ki Dünya Senin Ekseninde Dönüyor

Sen sanıyor musun ki dünya senin ekseninde dönüyor? Sanıyor musun ki kimsenin başka hayatı yok ve tek derdimiz sensin? Benim için ne yaptın bugüne kadar bunu hiç düşündün mü? Ne kadar verdin ki, şimdi zamanı gelince almak istiyorsun? Ben anlamıyorum seni, kendi acını yaşayacağına kin beslemeye niyetlenmişsin.

Sarfettiğin kötü sözcüklere acımıyor musun? Kendi içine kapansana, kendi acını yaşasana.
Ama sen o kadar kendine dönüksün ki, kendi acın bile "sana ait" olduğu için değerli. Sanıyorsun ki bizler de senin için yaşıyoruz.

Öyle değil ne yazık ki. bunu kabul et lütfen. Yok, kabul edemezsin sen, böyle doğmuşsun, çevrende seni besleyen sersemler olduğu müddetçe, ki hep olmaya devam edecekler, sen başka türlü olamazsın.

Sen nasıl olursan ol, umrumda degil ama bana huzursuzluk verme ve benden uzak dur lütfen!!
Neyse ki çok kindarsın, unutmazsın sana değer verilmemesini, böylelikle uzaklaşırsın bizden.

Böyle umuyorum ben.

5 Mart 2011 Cumartesi

Gençlik mi? Sorumluluk mu?

Genç olmak ne güzel diye düşünürken, aniden düşünceler kafamda değişti, değişti ve birden şu noktaya geldim: güzel olan genç olmak değil, sorumluluklarının olmaması!!

Eski albümlere baktım akşam akşam. ve tabi ki depresyona girdim :) Çok değil 7-8 sene önce, öyle gençmişim ki, suratım öylesine duru ve yalınmış ki.
Şimdi suratıma bakınca- hala çok gencim biliyorum- ama hafiften bir yorgunluk var yüzümde. Eski pürüzsüz hali yok sanki. Kesin yaşlandım, farkediyorum. "Ahh ahh yıllar nasıl da çabuk geçiyor, giden gençliğimiz gelmiyor", edebiyatı yapmayacağım.

O zamanlar gençtim evet. Ama sorumluluklarım da yoktu bir yandan. En büyük sorumluluğum okulumu bitirmek, dersimden geçmek, iki üç kuruş harçlık kazanacağım işlerde çalışmaktı. İnsanın böyle basit sorumlulukları olursa tabi ki resimlerde genç çıkar. Gerçi o yıllarda, bu sorumluluklarımı da ciddi işler sanırdım.

Şimdi ise durum ne kadar farklı. Başka insanların hayatlarından da sorumluyum. Belki de değilim, herkes kendi hayatından sorumlu. Ama yok yok, yine de onlardan da sorumluyum. İşime zamanında varmaktan, erken çıkmamaktan, en iyi şekilde yapmaktan da sorumluyum. Kaynanam ile ilişkimi korumaktan, , annemi idare etmekten, yok ondan, yok bundan da sorumluyum. Saçma sapan yükler omuzlarıma biniyor, sonra da suratlarımıza yansıyor çekilen fotolarda.

Aman neyse, iyice kafam karışmış benim. En iyisi biraz uzaklaşayım :)

Haa bitirmeden, şunu da ekleyeyim: her insan hissettiği yaştatır diye avunalım. Mesela ben 22 yaşındayım :)

3 Mart 2011 Perşembe

Parçalanan Resim

O zamanlar sevgilim olan kocamla, ilk birlikte olduğumuz zamanlardı.

Bana "seni kardeşim ve eşiyle tanıştırmak istiyorum" demişti. Panik olmuştum. Sevgilimin ailesinden birileriyle tanışacaktım. Nasıl insanlardı acaba? Beni sevecekler miydi? Ben onları sevecek miydim?

Evlerinden içeri girerken acayip endişeli olduğumu hatırlıyorum. Hiç tanımadığım bu insanların neden evine gidiyorum demiştim kendi kendimi? Saçmalıyordum evet, o kesin. Ama olsun, zarar varsa ortada, ne kadar ötesinden dönersem kardı çünkü.
O gün harika geçti, çok sevdim onları, ne hoş bir aile dedim kendi kendime. Ne kadar birbirine düşkün insanlar. Ne kadar uzun zamandır birlikteler. Yaşasın, bu aile benim ailem olmalıydı.
Öyle laylaylom günlerin birinde, Büyükada'ya gittik, neşe içinde fayton turu yaptık. Üşenmedik Aya Yorgi'ye çıktık. Nefis bir gündü, sanki bir cennet. Çok mutlu olduğum günlerden biriydi o gün. Hala, o gün çektiğimiz resimlere bakar mutlu olurum.

Gel zaman git zaman, çocukları oldu. Sonraları öğrendim ki aslında benim gördüğüm gibi degil madalyon. Diğer yüzü de var. O kadar da mutlu değiller. Ortak zevkleri çok az, paylaşımları yok gibi bir şey. Yıllardır birlikteler. Artık bıkmışlar birbirlerinden. Her ikisi de bağımsız hayatlar yaşıyor. Tek ortak noktaları kullandıkları anahtar.

Kimi zaman evlerine gittiğimizde kavgaya tutuştular sebepsiz yere. Kimi zaman dolaylı olarak aldım mutsuzluk haberlerini. Boşanacaklarını duyardım ara sıra. İnanmak istemezdim, ne de olsa küçücük oğulları vardı. Evlilik gibi boşanmak da şakaya gelmezdi. Ben böyle kodlanmıştım.

Onları tanımamın üzerinden yıllar geçti, sanırım 8 yıl. Bugün bir telefon aldım: Boşanmışlar.
Ayrı hayatlar yaşayacaklar. Kocamın kardeşi ve onun eski karısı olarak, ortak bir çocuk büyütecekler.
İçim çok buruk. Konsolun üzerinde düğünlerinde çekilmiş resimleri duruyor. Az sonra o resmi indireceğim aşağı.  Yerine kendi çocuğumun resmini koyacağım
İçim buruk, önümüzde yeni umutlar...

2 Mart 2011 Çarşamba

Kıstırıldık

Kendimi tamamen kuşatılmış ve kıstırılmış hissediyorum. İçim parçalanıyor bulunduğum tüm ortamlardaki bu baskıyı gördükçe. Ruhum daralıyor.

Saçma sapan bir nedenle blog'lara erişimimiz yasaklandı. Tabi ki bir yolunu bulduk, DNS ayarlarımızı değiştirdik ve erişiyoruz iyi kötü. Çocukluğumda "Kızım Olmadan Asla" kitabı ile ilk kez tanıdığım "o korkunç" ülkeye benziyoruz.

Biliyor musunuz, o ülkede aslında her şey var, içki de içiyorlar, uyuşturucu da kullanıyorlar, seks partileri de yapıyorlar, zina da yapıyorlar, donla da geziyorlar. Ama görünüşte her şey yasak. Herkesin kafası "o yasağı nasıl deleriz"'e odaklanmış durumda. İnsanlar sürekli yasak delmek için daha da uç noktalara gidiyorlar. Biliyorum çünkü oralı bir arkadaşım var.

Bizim durumumuz da biraz öyle degil mi? Youtube yasaklandı, hemen k-tunnel çıktı, tak girdik Youtube'a.
Bunu hiç mi duymamıştı yasağı koyanlar??

Şimdi blog'lar yasaklandı, yine giriyoruz. Giriyoruz girmesine ama izlediğim bütün blog'lar silinmiş. Geçici bir süre için böyle, sonra düzelecek diye düşünüp bekleyeceğim. İzlediğim tüm blog'ları tek tek bulmak o kadar zor ki.

Neyse, evde bayık bayık otururken bari dedim Migros Sanal Market'den haftalık sipariş vereyim. 8'li bira alayım, bir de üstüne şarap patlatayım, akşam hafiften demleniriz. Bir de ne göreyim: Migros Sanal Market'de artık alkollü içki satışı yok.

Hadi bakalım hoppaaaa.

24 Şubat 2011 Perşembe

Domino Etkisi

İçinde bulunduğum ortamda bir huzursuzluk varsa, ister istemez olayların dışında kalamıyorum ve kendimi ortamdan soyutlayamıyorum.

Benim doğrudan mutsuz olmama neden olacak bir şey olmasa bile, başka insanların mutsuzluğunu kendi mutsuzluğum ilan ediyorum. Sonra bir de bakıyorum ki en mutsuz kişi olmuşum.

Bundan 5 yıl önce, binbir umutla başladığım bir işim vardı. Tüm kariyerim boyunca orada çalışmayı hayal ederek başladım işe. Acayip içime sinmiş durumya yani, siz düşünün.

O dönemde proje ekibimiz vardı. 3 kız olarak bütün gün deli gibi çalışıyorduk, aralarda da müşterinin dedikodusunu yapıyorduk falan. 5.ayın sonunda, yaptığım işe bayılan, çalıştığım şirkete hayran bir insan olmuştum bile.

Sonra aniden ufak tatsızlıklar başladı. Projede stres arttı, diğer arkadaşlarım 1-2 kişiyle çatıştı, şirket onlara 1-2 haksızlık yaptı filan. Doğrudan benimle ilgili olmayan bu ufak sinekler, en çok benim midemi bulandırdı.
Artık aralarda yaptığımız dedikodulara, bir de şirketi çekiştirmek ve hafif hafif mutsuz olmak eklenmişti.

Günler geçtikte tadımız iyice kaçtı. Olayla ilgisi olmayan zavallı ben, kaosun başında yer almaya ve şirketten nefret etmeye başladım.

O kadar soğudum ki, 1 yılın sonunda işimi değiştirdim. Diğer 2 arkadaşımsa hala o şirkette :)
İş değiştirdim diye pişman olmadım ama aynı duruma bir kez daha düşmek istemem.

Genel olarak, boş konuşmaları, kaotik olayları, bombaları seven biri olduğum bu noktaya geldim, bunu biliyorum.
Ama şunu söyleyebilirim ki, aradan geçen 4 senenin sonunda daha akıllı davranabiliyorum.
Şimdiki işimde de bir çok arkadaşım demotive, iş değiştirenler var, ama bu kez "sakin ol"diyorum kendi kendime, "sakin ol,yavaş ol, bekle ve gör"
Tecrübe böyle bir şey sanırım.

21 Şubat 2011 Pazartesi

Sedoş'umun Mimi

Sedoşum çeşitli anket soruları sormuş, bana cevaplamak düşer.

1-Gün içinde eğer gerçekleşirse şok geçireceğin şey:

Bizim bölümün Levent'e taşınacağını öğrenmek
İkinci kez hamile olduğumu öğrenmek
Terfi ettiğimi öğrenmek
Ne çok şeye şaşırıyorum, şaşkın Bero :)

2-Gördüğün zaman eğer almazsan uyuyamam dediğin şey:
Harika bir tatlı, mesela profiterol, veya çilekli tart veya cheesecake

3-Uğruna diyetini bir kalemde bozduğun şey:
Valla o anda canımın çektiği her neyse, hemen bozarım diyetimi. Mesela tatlı bir şeyler, ohhh miss
4-Uğurun var mı, uğurun?
Sanırım uğurum yok, ama düşündüm de, en iyisi minik oğlanım uğurum olsun :)

5-Kendine en yakıştırdığın renk:
Gri ve bej . Çok karaktersiz olan bu 2 renk :)

6-En sevdiğin takın:
Kısmet by Milka'nın tasarladığı bütün takılar. Madalyonum, yüzüklerim, bihter kolyem ve bilekliklerim.
ilgilenirseniz www.kismet-tr.com

7-Takıntın?
Ohoo bissürü var diyebilirim.
Evde, holün ışığının kapalı olması,

Dolap kapaklarının kapalı olması,
Masamdan kalkarken bilgisayarımın log off olması

8-Bavulum çoktan hazır,gitmek istediğim şehir,ülke?
Paris ve New York. GÖrdüğünüz gibi oldukça basit istekleri olan ve azla mutlu olan bir insanım :)

9-Ben bu şarkıyı duyunca şakırım:
REM, losing my religion
AAA, çok ecnebisin, Türkçe bir şarkı söyle derseniz, o zaman da "Ada sahillerinde bekliyorum" derim :)

10-Solunda ne var?
Şu anda, minik oğlanımın oyun parkı ve parkın içindeki oyuncakları var

10 Şubat 2011 Perşembe

Hiç Tanımam Seni Hülya!

İlk ergenlik dönemim Hülya'nın şiir kitabını okuyarak geçti. Bugün aniden nasıl da hatırladım seni.

Hatırladım ama seninle ilgili tek hatırladığım yemyeşil gözlerin ve yazdığın/aşırdığın o birbirinden güzel şiirler ve tabi ki yaşadığın o büyük aşk.

13 yaşındaydım, en iyi arkadaşım, Fulya idi. Bir ablası vardı Fulya'nın, adı Eda. İşte Hülya, Eda'nın arkadaşıydı ve o sırada 18 yaşındaydı. Nasıl da büyüktü ve güzeldi. Her şeyi bilirdi bize göre, aşkı tanırdı, hayatı tanırdı.

Şiir defteri Eda'da dururdu. Bir gün gizlice o defteri çaldık ve bizim eve getirdik.
Kalbim küt küt çarparken, bütün şiirleri okuduk bir çırpıda. Sonra bir daha, sonra bir daha.
Günlerce okudum o defteri, aşka aşık oldum, Hülya'ya hayran oldum. O şiirlerle büyüdüm.Kendi şiir defterimi yarattım, sevdiğim şairlerin şiirlerini kopyaladım o deftere.

Yıllar geçti, 18 yaşımda oldum, sonra 20, 25 ve sonra 30. Geçti işte yıllar. O defter nerede hatırlamuyorum, attım mı? onu da bilmiyorum. Ama bugün Hülya'yı düşündüm, acaba istediği hayatı yaşayabiliyor mu? mutlu mu?

İlk gençlik çağlarımda salçalı makarnayı yoğurtla karıştırıp birlikte yediğimiz, beş parasız, belediye otobüsü ile Etiler'e gidip, Bebek yokuşundan aşağı yürüdüğümüz, Bebek Kahve'de çay içtiğimiz, hayaller kurduğumuz, ilk aşkı ile evlenen arkadaşım Fulya yok. Onun ablası, Eda yok. Hülya zaten hiç yok.
Anılarım tam, ama çocukluğum biraz eksik.

Fulya yanımda olsaydı keşke, keşke küsmeseydik yıllar önce, keşke onun sevgili yeğeni Can'ı kucağıma alabilseydim, geçmişim benimle olsaydı.

Keşke demeyelim, pişmanlık duymayalım, geleceğe bakalım diyerek toparlanalım.

2 Şubat 2011 Çarşamba

Arabesk Düşünceler

Çok mutlu olduğumu hissettiğim anlarda, bu hissimi dışarı vurunca aniden "aman aman çok da söylemeyeyim, kötü bir şey" olur diye düşünmem ne kadar acı.

Mutluluklarım da, mutsuzluklarım da çok değişken aslında. Bir sabah uyanıyorum, nasıl bir coşku. Neşe içinde gidiyorum işe, içim pır pır. Ne güzel bir hayatım var, her şey mükemmel, yaşasın, oley oley diyorum.
Sonra aniden bir şey oluyor, içime bir sıkıntı, bir tatsızlık çöküyor. Sanırsın "dünyanın en mutsuz kişisi" oluyorum.

Acı olan ise, mutlu olduğumu kendimi itiraf etmeye korkmam oluyor. Kendime veya bir başkasına.
Çok mutluyum, dedikten sonra bir düşünüyorum. Niye? Çünkü fakir edebiyatını seven bir toplumda büyümüşüm. "Çok gülme, gülmek ağlamak getirir" laflarını hatırlarım bir yerlerden. Bize öyle öğretildi, "hiçbir zaman çok mutlu olduğunu söyleme, göz değer" derdi rahmetli dedem. Derdi ki "en iyi gününüzde bile, eh işte idare ederim" diyin soran olursa.

Kafamda öyle bir yer etmiş ki, içimdeki coşku fazlasını dışarı taşırmadan önce veya genelde taşırdıktan sonra durup düşünüyorum. Aman diyorum, acaba kötü bir olay olur mu şimdi ve mutluluğum bozulur mu?
Halbuki ne kadar yanlış. Yaşıyoruz işte, 3 günlük dünyada. Ne var yani, niye çok mutluyken birden kötü bir şey olsun? Hayat hangi açıdan baktığına bağlı olarak bu kadar sık değişen bir şeyse, o zaman neden kötü açılardan bakalım ki? Neden yaşamayalım neşemizi?

Fakir edebiyatını sevmediğime karar verdim. Acınacak insan tripleri, hep bir üzüntü, hep bir burukluk, hep bir eksiklik. Olmasın benim hayatımda. Sevmiyorum

31 Ocak 2011 Pazartesi

Yemek Yemeyi Seven Kişiler Zayfıtır

Ne garip bir başlık değil mi? Böyle yazınca çok saçma olduğunu düşünebilirsiniz. Bir insan hem yemek yemeyi severken hem de nasıl zayıf kalabilir ki? Bu sorunun cevabını bugün öğrendim ve çok mantıklı göründü bana, bakalım siz de öyle düşünecek misiniz?

Rejim yapmak çok zor, yaşamayan bilmez. Sabah kibrit kutusu kadar peynir, ara öğünde 3 badem, 1 kayısı, öglen salata, akşam ızgara tavuk. Yazarken içim daraldı. Saçmalık, allah kimseyi rejim yapmak durumunda bırakmasın. Ben rejim ihtiyacım olan dönemlerde bu şekilde yapamıyorum, kolayı seçiyorum ve çok çok az yiyorum. Mesela akşamları aç sefil yatıyorum, 3 gece midem kazınarak uyuduğumda direk zayıflıyorum. Tabi sonradan kömüş gibi yememek gerekiyor. Vermem gereken kilo miktarı az olduğu için bu taktik işe yarıyor. Ama mesela 20 kilo vermem gerekseydi, kısa süreli açlıkla kilo vermek mümkün olmazdı.

Neyse, bir arkadaşım var, kendisinin çok kilo vermesi gerekiyor. Dönemsel olarak rejime giriyor, 1.ayın sonunda bıkıyor, biraz kilo vermişken rejimi bırakıyor,sonra hoppp yeniden aynı kiloda.
Korkunç bir kısırdöngü içinde yaşayıp gidiyordu. Taa ki değişik bir diyetisyen ile karşılaşana kadar.
Bu diyetisyenin tarzı çok farklı.

Şişman insanların kontrolsüzce yemek yediğini, ne yediğini bilmeden lokmaları hızla ağızlarına attıklarını düşünüyor. Hatta sırf bu nedenle çocuklara TV önünde yemek yedirmeyin, ilerleyen yaşlarda obeziteye kadar giden kilo sorunları yaşayabilir diyor uzmanlar.
Bu diyetisyene göre yemek bir rituel, sonuna kadar tadına varılması gereken bir seans. Yavaş ve küçük lokmalar halinde, ne yediğini farkederek yiyin diyor. Az yiyin ama istediğiniz her şeyi yiyin. Düşünerek, zevk alarak, tadına vararak diyor. Eğer yemekhanede o gün çıkan tatlı sevdiğiniz ve iyi yapılmış bir tatlı değilse, sırf yemiş olmak için yemeyin diyor. Bu da demektir ki bizim yemekhaneden tatlı yenmez. Bir de akşam 20:00 sonrasında kesinlikle bir şey yemeyin, ne meyve, ne sebze, ne de tabi ki abur cubur.

Yemek yemeyi seven kişiler, bunu tadına vararak yaptıkları için karınları doyunca farkedip yemeyi kesiyorlar. Oysa bilinçsizce yemek yiyen kişilerin karnı doyunca beyne"doyma" sinyali gitmiyor ve yemeye devam ediyorlar.
Bu paylaşım sonrası bende bir aydınlanma oldu. Akşam eve gelince biraz pilav ve biraz da kıymalı bezelye yemeğini zevk alarak yedim. Sonra bir tane de mandalina yedim, görseniz bir tokum bir tokum şimdi.
Hadi bakalım hayırlısı...

28 Ocak 2011 Cuma

Kendinden Vazgeçmek

Son zamanlarda farkettiğim bir şey beni gerçekten dehşete düşürüyor.

Kesinlikle genelleme yapmıyorum, mutlaka bu şekilde olmayan insanlar var.

Ama ögle yemeği sonrası kahve içerken ve geyik yaparken gözlemliyorum ki; kadınlar, özellikle de çalışan zavallı kadınlar, çocukları olduktan sonra onlarla uğraşmaya, tüm boş vakitlerini onlara ayırmaya o kadar alışıyor ki, herhangi bir T anında artık çocuk kapsama alanının dışına çıkınca sudan çıkmış balığa dönüp, kalan boş vaktini nasıl geçireceğini bilemiyor.
Çocuğu olmadan önce, renkli olduğunu söylediği bir hayatı vardı. Kocası ile başbaşa sinemaya gider, arkadaşlarıyla gece dışarı çıkar, spora gider, hatta sosyal yardım kuruluşlarına bile zaman ayırırmış. Ayırırmış diyorum çünkü ben bu dediklerini yaptığını hiç görmedim. Sonra bebeği olmuş, minnak yavrusuna kendini o kadar adamış ki, bebeği 5 yaşına gelene kadar 1 gece bile ondan ayrı kalmamış.
Hatta 10.evlilik yıldönümlerinde, kocası ile kalacakları on numara suit otel odasına üçü beraber gitti. Bu olayın trajik kısmı bence. Neyse gel zaman git zaman, oğlancık 5 yaşını bitirdi ve geçen yaz tutturdu “ben ananemlerin yazlığında kalmak istiyorum” diye.

Çocuğu orada bırakıp karı koca İstanbul’a döndüler. Asıl travma o noktada başladı. Kadıncağız özgürdü evet ama yapacak bir şey bulamıyordu. 10 günün sonunda bana “Doruk olmadan zamanımı nasıl geçireceğimi bilmiyorum, arayacağım ve kız kıza dışarı çıkabileceğim hiçbir arkadaşım kalmadığını farkettim, sanırım 2.çocuğu yapmamın zamanı geldi” diyince benim için söz orada bitti.
 İşin komik tarafı ise şu: Anne, İstanbul’da “oğlum da oğlum” diye inlerken, çocuk Çeşme’de annesini anmadan mutlu mesut deniz girip duruyormuş. Bizim anne iyice depresyon oldu bunu öğrenince.
Kesinlikle kimseyi yargılamıyorum, hatta çok da iyi anlıyorum. Kendin olarak kalabilmek ve kendini bir insana adamak, mutluluğunu, üzüntünü, heyecanını bir başka insana bağlamak arasındaki çizgi o kadar ince ki, insan çizginin öteki tarafına geçince artık aynı kişi olamıyor.
Evlatlarımızın varlığı elbette ki hayatımızı değiştiriyor, elbette ki hayata bakışımızı da değiştiriyor, zor olsa bile çok hem de çok keyifli bir meşgale, hatta yaşam amacı.
Ama yaşamının tek amacı haline gelmemeli çünkü ne yazık ki çocuklarımızın bizim onlara bağlı olduğumuz kadar bize bağlı olamıyor. Yaşamın doğal düzeni gerçek sevgiyi tek yönlü kılıyor. Tüm sevginin ötesinde, insan kendisine olan sevgisini kaybetmemeli.

12 Ocak 2011 Çarşamba

Gelecek, Gelmesin Hemencecik

Çok sevdiğim bir yazısı var Ece Temelkuran'ın. Nar Kalpler başlıklı.
Diyor ki bu yazısında: "Sıradan insanlarız biz, en zoru bizimkisi. Limon kokulu çöp torbaları, kirece karşı çamaşır makinesi tozları, banka kredisinde yüzde 0.1'lik faiz indirimi pazarlıkları, çok erken sabah servisi saatleri, üçlü saç bakım setleri, gece "chat"lerinde zayıf bir "Paris'te Son Tango" ihtimali..."

Benim motivasyon kaynaklarım ne diye düşündüm, 19 Mayıs'da ne yapacağım, yaz tatilinde nereye gideceğim, Film festivalinde hangi filmleri göreceğim konuları.
Sürekli geleceğe yönelik planlar, önüme hep bir "sonraki adım" koyarak mutluluğu ona bağlamak.
Şimdilerde 19 Mayıs seyahati planlama peşine düştüm, henüz Ağustos ayındaki yaz tatilini düşünemiyorum , sadece arada aklıma geliyor.
Geleceği planlıyoruz sürekli ve sürekli. Hedefler koyuyoruz kendimize. Ev kredisini biteceği, yaz tatiline gideceğimiz, bayramda ne yapacağımız yönünde. Hep geleceğe yönelik, hep ileriye dönük.
Sonra durup düşünüyorum. Ev kredisini 63 aydır ödüyoruz, önümüzde kaldı 21 ay. O bitince ne olacak?
Ne olacak biliyor musunuz? Ömrümün 7 yılı bitmiş olacak.
Gelecek gelsin istiyoruz, ama geleceğin gelmesi artık yaşlanmak demek.
20'li yaşlarım bitti. 30'lardayım. Geleceği planlayarak bugünlerimi kaybetmek istemiyorum.
Evet 19 Mayıs'da Fransa'ya gitmek istiyorum ama 19 Mayıs hemencecik gelmesin, o zamana kadar geçen zamanın tadına varayım istiyorum. Ev kredim hemen bitmesin, yaz tatili hemen gelmesin. Hem bak kış da güzel. 12 Ocak çok güzel bir gün.Hemen haftasonu olmasın. Cumayı iple çekmeyeyim. Bugünü yaşayayım. Bu anın tadını çıkarayım