27 Kasım 2010 Cumartesi

Değişiyorum


Değişiyorum : Eskiden sadece ilkbahar ve yazı severdim. Sonbahar hüzün, kış mutsuzluk verirdi bana. Şimdiyse her mevsimin tadını çıkarmaya çalışıyorum. İlkbahar'da hafif esintili meltemin çiçek kokularını burnuma sürmesini, yazın sımsıcak güneş altında ısınıp denize atlamayı, sonbaharda yağmuru seyrederken kahve içmeyi, kışınsa ellerim buz kesmiş bir halde açık havada donarak çay içmeyi seviyorum.


Değişiyorum: Eskiden yalnız başıma bir restoranda oturmak, yemek yemek ütopyaydı benim için. Hep birilerine ihtiyaç duyar, yalnız dolaşmayı sevmezdim. Şimdiyse hayattan en çok çaldığım anlar, kendi başıma dolaştığım, kitap seçtiğim, mağaza gezdiğim, kahve içtiğim anlar oldu.


Değişiyorum: Eskiden haftasonları annemle vakit geçirmeye bayılmazdım, 1-2 saat ancak hoşuma giderdi, hemen arkadaşlarıma kaçmak isterdim. Şimdiyse annem en iyi arkadaşım oldu, onunla olmak, hiç konuşmadığımız zamanlarda bile beni anladığını bilmek, onunla geçmişi, geleceği, güzel günleri konuşmak en büyük zevkim oldu.


Değişiyorum: Çünkü yaşlanıyorum ve mecburen yaşlanmanın tadını çıkarmaya çalışıyorum.

26 Kasım 2010 Cuma

Anket Mim'i

Sevgili Minimalist beni mimlemiş, bu sorular lise çağlarında yaptığımız anketleri çağrıştırdı bana, cevaplarımı düşüne düşüne yazdım :)

1-En sevdiğiniz kelime: Heyecanlanmak
2-Nefret ettiğiniz kelime: Şu aralar "anammmm" kelimesine kıl oluyorum ama bu sürekli değişiyor
3-Ne sizi heyecanlandırır: Seyircilerin önünce şarkı söylemek :)
4-Heyecanınızı ne öldürür: Umutsuz ve ruhu çekilmiş insanlar
5-En sevdiğiniz ses: Dalgaların sesi
6-Nefret ettiğiniz ses: Trafikte korna sesi
7-Hangi mesleği yapmak istemezsiniz: Doktor
8-Hangi doğal yeteneğe sahip olmak isterdiniz: Şarkıcı
9-Kendiniz olmasaydınız kim olmak isterdiniz: Bilmem ki, böyle bir hedefim yok sanırım, kendim olmak güzel bence.
10-Nerede yaşamak isterdiniz: İstanbul'da yaşamasaydım, Paris'de yaşamak isterdim
11-En önemli kusurunuz: Çok heyecanlı olmak
12-Size en fazla keyif veren kötü huyunuz: İçki içmeyi sevmek
13-Kahramanınız kim: Kararlı olan tüm insanlar
15-Şu anki ruh haliniz: Umutlu ama biraz korkak
16-Hayat felsefenizi hangi slogan özetler: "kimseyi yargılama, sadece yaşa"
17-Mutluluk rüyanız: dalgalar sahile vururken yanımda sevdiğimle huzur içinde kumsalda yürümek
18-Sizce mutsuzluğun tanımı: Çocuğunun sağlıksızlığı
19-Nasıl ölmek isterdiniz: Acı çekmeden
20-Öldüğün zaman cennete giderseniz Allah’ın size ne söylemesini istersiniz? Cennete gidersem Allah'ın bana "hoşgeldin evine" demesini isterim.

Ben de ilk blogger dostum Harikalar Diyarı'nda yaşayan Seda'yı mimliyorum.

22 Kasım 2010 Pazartesi

Bebe ile Tatil


Bebeği olduğu için yerlerinden kıpırdamak istemeyen arkadaşlarımı ayıplardım içten içe.

Ne de olsa, Avrupa'da minnak bebeleri ile gezen bir çok anne-baba görmüştüm ve kararım kesindi: benim de bir gün bebem olursa, onu yüklenip sağa sola gidecektim, gezmemden hiç fedakarlık etmeyecektim.

Bence arkadaşlarım abartıyordu, bebekle gezmek ne kadar zor olabilirdi ki? Baştan öyle alıştırdım mı hep böyle giderdi, her yere çanta gibi taşırdım sabiyi.

Gel gör ki iş o kadar basit değilmiş, özellikle benim gibi tatilde ruhen ve bedenen dinlenmek isteyen biri için.

Burada bahsettiğim 6 ay-12 ay arasında bulunan bir bebek, yani yemek yiyen ve pıtır pıtır emeklemeye başlamış bir canlı türü :)


Bayram tatilinde, güzel havadan istifade etme düşüncesiyle, 2 günlüğüne İstanbul yakınlarında sakin bir bölgeye attık kendimizi.


O tatilin izlenimlerini paylaşmak istiyorum:

Bir kere bebekle tatile gidince, kesin olarak öncelik onun ihtiyaçlarına verilmeli; o acıkınca yemeği yedirilmeli, uykusu gelince uyutulmalı, altı kirlenince değiştirilmeli. Çünkü bebeğin ihtiyaçları karşılanmadan kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyorsun. "Amannn rahat olayım, bebek kenarda dursun, bugün de geç yesin ya da uyumasın" gibi düşüncelerin sonunda bebek "deli bebek"oluyor ve ne yediğinden anlıyorsun, ne içtiğinden.


Bebeğin ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra kalan zaman senin zamanın oluyor ama bu zaman dilimi gerçekten çok kısa.

Şehirde normal hayatında da bu durum böyle, ama normal yaşamında zaten bunu bilerek yaşıyorsun, yani beklentin yok. Oysa tatilde hedefin dinlenmek, yani normal yaşantının dışına çıkmak. Normal yaşantının dışına çıkamayacaksan o tatil midir? sorarım.

Bebek ne kadar uslu olursa olsun, emekleme çağındaysa sürekli yerde tepinmek istiyor ve bunu sağlayacak ortam yoksa da canı sıkılıyor.


Bir de tabi "yerini yadırgama" durumu var, geceleri fena uyumayan bebek, aniden gece boyunca 6 defa uyanır hale geliyor, dolayısıyla sabah kalktığında, daha doğrusu gece bittiğinde dövülmüş gibi oluyorsun, motivasyonun kalmıyor.


Tüm bunlara rağmen çok tatlı oluyorlar, o kısmı apayrı.
Neyse 2 günün sonunda kazasız belasız döndük, bir hava değişikliği oldu en azından.

Ama ben şunu anladım: Bebekler düzen istiyor, düzenleri bozuldu mu şaşırıyorlar. Eğer yemeğini yemesini, uyku saatlerini kaçırmasını dert etmiyorsanız sorun değil, ama aç kaldı bu çocuk diye üzülüyorsanız içten içe, işte o zaman bebekle tatil akıl işi değil.

Hepsinin yanısıra, bebekle tatile gidip "dinlendim" diyen biri varsa doğru söylemiyordur, senede 2 gün de olsa yalnız tatile gitme taraftayım günün sonunda.

20 Kasım 2010 Cumartesi

Çocukluğumun Bayramları

Bayram sabahı heyecan içinde uyandım, hemen kardeşime seslendim, baktım o da uyanmış.
Büyük bir telaşla tartışmaya başladık: bakalım bayram harçlıklarımızla istediğimiz barbie bebeklerden satın alabilecek miyiz?

Benim için bayram demek, güzel giyinip, anneannemlerin evine gitmek, orada tüm akrabaların toplanması, güzel yemekler yenmesi ve tabi harçlık toplamak demek.

Yıllardır bayramın ilk günü aynı şekilde geçiyor, saat 13:00 civarlarında anneannemlerin evinde toplanıyoruz, teyzemler, kuzenlerim, anneannemin kardeşi, kocası, çocuğu tüm aile oradayız.
Heyecan içindeyim, acaba ne kadar harçlık toplayacağım?? Derken yavaş yavaş büyükler cebimize para sıkıştırmaya başlıyor, her hasılat sonrası çocuklar arka odada toplanıp elindekini sayıyor. Ohh bu sene de güzel toplamışız, harika, ama keşke Ayfer Teyzeler de gelseydi bu bayram, onlar çok zengin, çok yüksek harçlık veriyorlar, neyse napalım.

Sonra masaya oturuyoruz, acıkmışız, her bayram aynı yemekler var sofrada: ev yapımı su böreği, zeytinyağlı yaprak sarma, çerkez tavuğu, turşu, salata, kuşbaşı et ve pilav.
Tatlı olarak da revani, kabak tatlısı ve bizlerin getirdiği baklava, çikolata filan. Bu yemeklere bayılıyorum.

Yemek sonrası, büyükler kahve içiyor, biz çocuklarsa arka odaya gidiyor, koltukların üstünde zıplıyoruz. Bazen koltuklaın mindelerini yere indiriyor ve yerde zıplıyoruz, odanın içinde şuursuzca koşuyoruz, birbirimizle itişiyoruz, delice eğleniyoruz, hepi topu 4 çocuğuz: ben, kardeşim ve teyzemin iki oğlu.

Sonra gün bitiyor ve herkes evine dönüyor.

Ben çocukken kurban bayramı sendromu yaşamadım.
Neden bilmiyorum ama hiç kurban kesmezdik, belki de keserdik ama böyle arka bahçede filan değil. Bizim orada- Göztepe'de, kurban kesenler olurdu, hatırlıyorum, hatta annem derdi ki "kurban bayramında mutlaka yağmur yağar, kanlar aksın ve yerler temizlensin diye".

Eğer İstanbul'daysam, bayramın ilk günü hala aynı geçiyor, hala aynı insanlar, aynı yemeklerle geçiyor. Bu kez, yemek sonrası arka odaya gitmek yerine ben de kahve içiyorum büyüklerle birlikte.
Uzun ömürlü olsun canım anneannem, bir gün o bu hayattan gidince en çok bu bayramları arayacağım.

13 Kasım 2010 Cumartesi

İstanbul'un Sözcüğü

"Sonra, İngilizce, İtalyanca ve vücut dilinin karışımıyla, her şehrin, onu ve orada yaşayan birçok insanı tanımlayan bir sözcüğü olduğunu açıklamaya devam etti. Eğer herhangi bir yerde, yanından geçmekte olan insanların düşüncelerini okuyabilirsen, birçoğunun aynı düşüncelere sahip olduğunu görebilirsin. Çoğunluğun düşünmekte olduğu şey her neyse, işte o, şehrin sözcüğüdür. Ve eğer senin kişisel sözcüğün, şehrin sözcüğüyle örtüşmüyorsa, o halde, sen gerçekten de o şehre ait değilsin demektir."

Roma'nın sözcüğü "SEKS", NewYork'un sözcüğü "ELDE ETMEK", Napoli'nin sözcüğü ise "KAVGA" imiş.

Peki sizce İstanbul'un sözcüğü ne?
Bence İstanbul'un sözcüğü "TUTKU"


Not: "Ye Dua Et Sev" kitabından yaptım bu alıntıyı.

11 Kasım 2010 Perşembe

İşin Ömrü 5 Yıldır


"Zamanımı, beni sevdiğinden emin olduğum insanlarla geçirmek istiyorum" dedi.


Her işin 5 yıl ömrü olduğuna inanıyor.


Bunun ilk 1 yılı işi öğrenmekle geçiyor, iş arkadaşları ile kaynaşıyor. Yaşasın diyor, burası ne güzel bir şirket, bu insanlar ne kadar kafama göre insanlar. Yılın sonlarına doğru samimiyet artıyor, iş çıkışı bi tek atmaya bara gidiliyor, sabahları herkes heyecan içinde buluşup kahvaltı ediyor. İlişkiler taze, yeni sevgili gibi tüm iş arkadaşları.

İşi de çok seviyor, öğrenecek bir sürü konu var, hevesli, gayretli ve heyecanlı.


Sonraki 2 yıl işini keyif alarak yaptığı dönem. Bu dönemde ilişkileri derinleşiyor. Arkadaşlarını tanımaya başlıyor, güçlü yönlerine hayran oluyor evet, ama zayıf yönleri olduğunu da görüyor herkesin. Kötü özelliklere, dedikodulara, egosu olan kişilere tahammül ediyor, ilişkilerini bozmuyor. Olsun diyor, herkesin kusurları vardır.

İşi iyice öğreniyor, daha rahat yapmaya başlıyor.


4.yıl ise hafif hafif sıkılmaya başladığını hissediyor. Arkadaşları aynı insanlar ama kötü özellikler artık gözüne batıyor, alttan almak istiyor, alamıyor, alamadığı için geriliyor. İnsanlara sabrı kalmamış. İş desen o da sıkıcı, sıkıcı çünkü artık işi iyi biliyor , 40 yıllık evli çift olmuş işiyle. İşteki stres beynini yiyor, motivasyon nedeni de kalmamış. Ama içten içe emin olamıyor, ya diyor geçici bir dönemse, ya yeniden bağlanırsam işime, ya yeniden seversen iş ortamını.

Harekete geçmek kolay değil, üzerine yılların yükü binmiş, öylece duruyor içinde bir taşla.
5.yıl ne olacak kimse bilmiyor, henüz 4.yıldayız.

Ama ne olursa olsun, onun için iyi olsun, hayırlısı olsun, çünkü o dinlemeyi bilen, sırdaş, heyecanlı, birazcık panik, detaycı, duygusal, tutkulu, sonuç odaklı, yaşama bağlı arkadaşım benim...


7 Kasım 2010 Pazar

Küçük Mutluluklar


Öncelikle farkındayım, bu yazı çok Haşmet Babaoğlu kokuyor.

Sık yaptığım, zevk aldığım, yaşadığımı hissettiğim mutluluk anlarımı düşündüm bu akşam.

Yazarken yeniden yaşamak istedim, işte ilk aklıma gelenler:


Pazar akşamı 19:00 civarlarında bonfile pişirirken kırmızı şarap içmek

Sahilde, sessizlik içinde bir kayanın üzerine oturup boş boş denize bakmak

Kış sabahı, mesai öncesi dışarda kahvaltı yaparken, soğuktan donmak, sıcak çayı tutarak ısınmaya çalışmak

Haftasonu kahvaltı sonrası, pişirdiğim filtre kahve kokusunun tüm eve yayılması

Bahar gelince balkonda kahvaltı ederken güneşin panjurların arasından gözüme gelmesi

Sevdiğim şarkıyı dinleyerek evde dans etmek

Minik yavrumun karnına başımı koymak ve onun gülmesi



Belki biraz daha düşünsem daha çok şey yazarım ama bir kez de düşünmeyeyim!

2 Kasım 2010 Salı

Umudumu Kırma

Havalar erken aydınlanıyor, pastırma yazı gelmiş, sabahın köründe güneş parlamış.
Neşe içinde çıkıyorum evden bu sabah. Sanki işe değil de, geziye gidiyorum.
İçim pır pır, güneş arabaya giriyor, hava mis gibi.
Mutluluktan uçuyorum sabah sabah.
İşe gidiyorum, kahvemi alıyorum, yerime oturuyorum.
Tüm kata neşe günaydınları savuruyorum. Benim gülen yüzümü gören arkadaşlarım ayrıca motive oluyorlar, "oh ne güzel gülüyorsun, içimizi açtın" diyorlar.
Toplantıları girip çıkıyorum, bir sürü gereksiz insanla muhatap oluyorum ama olsun hava güzel, hava temiz, ben mutluyum ya.
Sonra o uğursuz mail geliyor. İçime bir yumru oturuyor, gitmiyor.
Hava güneşliymiş, pastırma yazı gelmiş, yarın evde olacakmışım hiç önemi kalmıyor.
Sadece sıkıntı, sadece huzursuzluk kalbimi kemiriyor.
Yıllar boyunca güven ilişkisi kurduğumu sanmama rağmen aslında kuramadığımı görmenin hayalkırıklığı mı, yoksa iş yaşamında sevdiğimi sandığım ama çıkarları çatışınca aniden pençelerini geçiren kişileri tanımanın verdiği üzüntü mü?
Hangisi olursa olsun farketmiyor artık benim için.
Çıkıyorum işten, sabahki neşemden eser yok, gözlerim dalgın, umudum kırık.
Kendimi toplamak, yeniden umutlanmak için, düşünmemek için bir kadeh beyaz şarap ısmarlıyorum kendime.
Bugün de böylece bitiyor.

1 Kasım 2010 Pazartesi

Çeneni Tut


Kendi kendinize "çeneni tut, söyleme" demenize rağmen, ağzınızdan kaçıveren sözler oluyor mu hayatınızda?

İstemesem de benim oluyor.

Çenemi tutacağım, bu kez söylemeyeceğim desem bile, sokma akıl bir yere kadar gidiyor, yine ağzımdan istemediğim cümleler çıkıyor. Sonrasında üzüntü, neyse bir daha söylemem kararı ve sıkıntı havada uçuşuyor.

İmreniyorum konuşmadan önce iki kez düşünen insanlara, benim için onlar birer ermiş.

Ama benim düşüncelerim aklımda o kadar hızla uçuşuyor ki, bir düşünceden diğerine geçiyorum hemencecik. Ben durup da düşünene kadar, bir sonraki adımı yaşıyorum, sonrasında bir bakmışım "hooppp" ağzımdan sözler dökülüvermiş.

Hiçbir şey için mola veremiyorum, durup sakince düşünüp sağlam kafayla karar veremiyorum, her işimde bir telaş, bir acele var. Hayat hızla akıyor sanki ellerimden. Bu telaşenin ortasında sözcükler de panik halinde çıkıveriyor.

"Biran önce aradan çıksın" zihniyetim istemediğim şeyler söylememe neden oluyor.

Yavaşlık istiyorum ama trafikte değil, kafamda...